Bir insanın günde ortalama 2 ila 3 litre suya ihtiyacı vardır. Yani bir bardağı eksiltmek, yaşamdan bir hakkı geri almak demektir. Su; yalnızca bir içecek değil, beslenmenin, sağlığın, temizliğin ve insan onurunun sürdürülebilirliği için en temel gereksinimdir.
Su azizdir…
Birleşmiş Milletler, 2010 yılında suyu evrensel insan hakkı olarak tanıdı. Ancak tanım yapmakla sorunlar çözülmüyor. Dünyada her 3 kişiden 1’i hâlâ güvenli içme suyuna ulaşamıyor. Ve ne yazık ki Türkiye de bu tabloda giderek daha kırılgan bir yerde duruyor.
Türkiye, su zengini bir ülke değil.
Kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı yaklaşık 1.300 metreküp. Bu rakam, su kıtlığı eşiği olan 1.000 metreküpe hızla yaklaşıldığını gösteriyor. Tarımda aşırı ve verimsiz kullanım, plansız kentleşme ve yer altı sularının hoyratça çekilmesi, gelecek nesillerin hakkını bugünden tüketmeye başlamamız anlamına geliyor. Yer altı su kaynakları, çoğu zaman gözden uzak olduğu için yok sayılıyor. Oysa Türkiye'nin özellikle İç Anadolu ve Ege bölgelerinde yaşanan su stresinin en önemli yükünü bu kaynaklar taşıyor. Eskişehir de bu illerden biri. Kent, artan nüfus ve tarım faaliyetleriyle birlikte daha fazla su tüketiyor. Kuraklıkla birlikte kaynaklar geri çekiliyor, suyun maliyeti yükseliyor. Ve su insanlar tarafından hala sorumsuz ve bilinçsizce kullanılıyor maalesef.
Ve işte tam bu noktada Kalabak suyu gündeme geliyor.
Eskişehir’in simgelerinden biri olan Kalabak suyuna son dört ay içinde ikinci kez zam yapıldı. Artık damacana su almak bile pek çok hanede hesap gerektiren bir alışveriş haline geldi. Elbette her maliyet artışının bir gerekçesi olabilir. Ancak mesele sadece ekonomiyle açıklanamaz. Bir kentin doğal kaynağını, halkından uzaklaştırmak; suya erişimi kısıtlamak anlamına gelir. Bu da suyun toplumsal hakkına gölge düşürür. Kaldı ki Kalabak gibi köklü ve simgesel bir değerin bu kadar kısa sürede art arda zam görmesi, vatandaşa yükü hesaplanmadan bindirilmiş bir yönetim tercihidir. Belediyenin bu konuda daha şeffaf, katılımcı ve duyarlı davranması gerekirdi. Çünkü Kalabak sadece bir ürün değil; kamusal bir emanettir. Ve bu emaneti halkın ulaşamayacağı bir noktaya taşımak, sosyal belediyecilik anlayışıyla çelişir.
Japon araştırmacı Dr. Masaru Emoto, suyun dış etkilere duyarlı olduğunu savunan deneylere imza atan bir adam. Suya farklı kelimeler söylenerek dondurulan örneklerde, “şefkat”, “sevgi”, “teşekkür” gibi olumlu ifadelerin kristal yapıların zarif ve simetrik biçimlerde oluşmasına; “nefret”, “aptal”, “seni öldüreceğim” gibi olumsuz sözlerin ise çarpık ve düzensiz kristallere yol açtığı gözlemlendi. Bilim dünyası bu bulgulara mesafeli yaklaşsa da, suyun çevresel ve enerjik etkilerden etkilendiğine dair pek çok çalışma bu görüşü destekliyor. Su sadece bir madde değil, aynı zamanda bir taşıyıcı. Bellek gibi... Duyguları, sözleri, davranışları kayıt altına alıyor.
O hâlde Kalabak suyuna yapılan zamlar da bu kentin kolektif hafızasında yerini almıştır. Emoto’nun dediği gibi su unutmaz. Biz de unutmayız bu zammı.
Su hakkı, lüks değil; temel yaşam güvencesidir.
Devletin ve yerel yönetimlerin görevi, suyu satılabilir bir ürün haline getirmek değil; herkese adil, güvenli ve sürdürülebilir bir şekilde ulaştırmaktır. Bugün attığımız her adım, sadece bugünü değil, geleceğin iklimini, tarımını, çocuklarımızın sağlığını belirleyecek.
Kalabak suyu…
Bir zamanlar at arabalarıyla kapı kapı dağıtılırdı. Sonrasında musluklu kamyonlar.
Yaz sıcağında mahalleye su kamyonu yaklaştığında çocuklar sevinçle dışarı koşardı.
Bugün o çocuklar büyüdü, ve artık bir damacana suyu alırken bir kez daha düşünüyorlar.
Ama hâlâ umut var.
Toprağın altındaki o damarlar, eğer hakça ve bilinçle korunursa, İnsan suyu daha bilinçli kullanırsa, belediye sosyal belediyecilik ilkesi ile konuya yaklaşırsa, su gibi insan da aziz olduğunu anımsarsa; hayat daha güzel olacak.