Hayatın en büyük ironisi, yaşarken anlaşılamamak, öldükten sonra ise bir “hikâye”ye dönüşmektir. Chuck’ın hayatı da tam olarak böyle bir ironiye hapsolmuş bir öykü… Stephen King’in Kan Varsa kitabında yer alan “Chuck’ın Yaşamının Üç Bölümü” (If It Bleeds içinde ayrı bir hikâye olarak “The Life of Chuck”) aslında bize bir adamın, yani Chuck’ın, sıradan ama aynı zamanda olağanüstü hayatını üç perde üzerinden anlatır.

King’in kaleminde Chuck, ilk bakışta sıradan bir adamdır. Ama ölümünün ardından onun varlığının dünyaya kattığı küçük, görünmez dokunuşları görmeye başlarız. Sanki bir taş, göle atılır da dalgalar kıyıya vurana kadar devam eder ya; işte Chuck da yaşamı boyunca bu dalgaları yaratmış biridir.

Öyküde dünya yavaş yavaş yok olurken, Chuck’ın kişisel öyküsüyle insanlığın öyküsü iç içe geçer. Bir adamın ölümü, koca dünyanın ölümüyle eş tutulur. Burada King’in büyüklüğü ortaya çıkar: Bir bireyin hayatını, bir gezegenin varlığıyla eşdeğer kılmak. Çünkü aslında her birimiz, kendi küçük dünyamızın merkezindeyiz. Ve birimiz öldüğünde, o küçük evren gerçekten yok olur.

Chuck’ın hikâyesi, bize gündelik hayatın fark edilmeyen mucizelerini hatırlatır. Çatıya çıkıp yıldızlara bakmak, bir öğretmenin sesini hatırlamak, birinin omzuna dokunmak… Küçük, sıradan şeylerdir ama işte onlar olmasa yaşamın anlamı da eksik kalır.

Bir köşe yazarı olarak bana düşündürdüğü şey şu: Biz, başkalarının hayatında nasıl bir “dalga” bırakıyoruz? Chuck’ın ardından duyulan boşluk, onun aslında ne kadar değerli olduğunu gösterir. Demek ki bir insanın değeri, mezar taşına yazılan tarihlerle değil, ardında bıraktığı yankılarla ölçülüyor.

Stephen King, Chuck aracılığıyla bize karanlık ve ölüm temasını değil, aslında hayatın ışığını gösteriyor. Yani King’in meşhur korku ve dehşet atmosferinin içinde bile umut kırıntıları saklı. Chuck, ölümüyle bize yaşamayı öğretiyor.

Sonuçta şu soruyu sormadan edemiyorum: Eğer yarın Chuck gibi sessizce çekip gitsek, kimler bizim bıraktığımız dalgalarımızı hissetmeye devam edecek?