roman NİDA

Roman; edebiyatta, yazarların maraton koşusu gibidir. Uzun soluklu yazarlık eseridir. Nasıl ki koşularda kısa mesafe, orta mesafe koşularında koşucular çoktur da, maraton koşusunda koşucuların  sayısının az olduğu gibi romanda da yazar sayısı azdır. Çünkü bir roman birkaç yıl ister. Yayınlanması da şiir, öykü gibi dergilerde değil mutlaka kitap olarak basılması gerekmektedir..Oysa,tanınmış yazar değilseniz yayınlanması da zordur. Onun için yayıncıların daha çok çeviri romanları tercih etmesi bundandır. Eskişehir’de roman yazarlığını hep böyle düşünmüşümdür.

      Eskişehir’de 1960’lı yıllardan 2000’li yıllara kadar  “Ben roman yazarıyım” diyen biri ile hiç karşılaşmadım. Hatta sık sık da yazılarımda “Eskişehir’de niçin roman yazarı yok?” diye de sormuşumdur. 2000’li yıllarda Sinan Gürsoy ile başlayan roman yazarları ile tanışıyorum. Çok iyi romanlar da çıkarıyorlar. Hatta; İnsancıl Kitap’ın kurucusu Ahmet Kaygusuz’un “Dorlion Yayınları” nı kurmasıyla her geçen gün yeni bir roman yazarımızın çıktığını, romanının yayınlandığını heyecanlanarak görüyoruz.

İMZA NİDA

      Geçtiğimiz gün Nida Tokgöz’ün “Tortu” adlı romanının İnsancıl Sahaf’da imza günü yapıldı ve Nida Tokgöz ile tanıştık. “Tortu” romanını imza gününden önce almış, okumuştum.

     “Tortu” için kendini okutan roman demiştim. Niçin okutan dedim? Çünkü; çok süslü, eveleyen geveleyen romanlar, günümüz okuru için biraz sıkıcı ve zaman alıcı oluyor. İkinci konu; hep bildik konularda olması. Edebiyat eseri demek eskiden çok laf etme, süslü, uzatan olarak algılanıyordu. Oysa bu anlayış günümüzde değişti ve artık  ne anlattığına, yeni bir şey anlattığına odaklanılıyor. Okur; edebiyat eseri olsun, başka bir konu kitabı olsun konuşurcasına yazılmış anlatımlı kitabı tercih ediyor. Tabi konusunu anlatan yani öz-biçim dediğimiz bütünlüğü arıyor. Zaten de edebiyatçılık da burada oluyor. Uzatmayan sade anlatımlı roman  sürükleyicide oluyor ve okuru bir cümle, bir sonraki sayfaya taşıyor.

      “Tortu”da dört kişi var. Sevcan, Deniz, Gülşüm, Salih. Romanda bunların bazen mutlu, bazen hüzünlü, acı dolu hikayelerivar. Daha doğrusu  tisindiğimiz iki yüzlülükler,içten pazarlıklar, gizli kinler, kadına bakışımız anlatılıyor. “Yaşamın gerçekleri” diyerek sıradanlaştırdıklarımız…

      Nida Tokgöz’de eserine girişte;  “İnsan doğduğunda boş bir tuvale benzer aslında. Annemiz, babamız fon rengini atar, çevremiz işlemeye başlar o tuvali. Hayatımıza giren insanlar, yaşadığımız ülke, o ülkenin kültürü ile şekillenir resmimiz” diyor.Bunu okuyarak başladığınız da “Tortu”da İnsanın insani yönü nasıl geliştirilir, yani duygu, düşünce nasıl gelişir.Bencillik, kişiye saygısızlık her şeyimize nasıl zarar veriyor, katilliğe kadar niçinleri sorgulatıyor.

    Nida Tokgöz 1970 Niğde doğumlu, Ege Üniversitesi mezunu, Eskişehir’de yaşıyor. Daha önce, 2004 yılında  “Esodia” adında yayınlanmış şiir kitabı var. “Tortu” romanının sayfalarında Ahmet Arif, Nazım Hikmet, Can Yücel, Gülten Akın gibi şairlerin dizeleri ile karşılaşmanın nedeni, bir yanının şair olmasından ya da geniş şiir kültüründen  gelmesinden görüyorsunuz.

     Nida Tokgöz’ün 218 sayfalık romanı “Tortu” Dorlion yayınlarından çıkmış.

Yaşam Nedir?

   Aristoteles, Poetika’sında “Başlangıçın başlangıcı yoktur, sonun da sonu yoktur. Ama ortanın başı da vardır, sonu da” diye yazmış. Ferit Edgü’nün 60 kısacık öyküsünün yer aldığı “Binbir Hece” kitabını okurken önsöz yerine “Birkaç Hece” başlıklı birkaç cümlelik yazısında okudum. Edgü de “Tanrının bizlere yaşamı bıraktığı gibi” diyor.

     Gerçekten tanrı bize yaşamı veriyor ve bir ömür sonra bitip gidiyor. Ortası bize kalıyor. Yani bebeklikten ihtiyarlığa kadar yaşam.

    Kim çiziyor bu yolu? Alın yazısı, kader diyoruz. Yaşamımıza baktığımızda,  doğru diyoruz. Ama yine de kişi yolunu kendi çiziyor. Akıl ve  mantığı çözdüğü zaman. Akıl ve mantığı nasıl çözecek. Burada Nida Tokgöz’ün kitabında  yazdığını anımsıyorum. “İnsan doğduğunda boş bir tuvale benzer aslında.” İşte o tuvalin doldurulması aile, çevre ve ülkenin kültürü kadar  ülkenin eğitim, kültür politikaları ile ilgili. Okuma, sanat etkinlikleri ve sosyal çevre yoksa , felsefe gibi insanı geliştiren bilimsel düşünüş, yorumlayış eksikse o tuval ona göre dolduruluyor. O da insanının insani yönüne kadar yolunu çiziyor. Bir yaşamın çerçevesi işte orada şekilleniyor.

  Her insanın bir görev için görevlendirilmiş bu dünyada dersek, bu da doğru. Kişi adım adım, gün gün o göreve hazırlanıyor. Tabi dünyada bir görevim olsun derse.

     Hiçbir şeye inanmayan, her şeyi angarya gören, bana neci, kendisine bir menfaat düşleyene ne görev düşer ki…

     “İnsana hizmet kutsaldır” derdi eskiler. Ne dir İnsana hizmet?  Tarla ekmekten, fırında ekmek yapmaya nasıl hizmetse, sahnede iyilerin iyiliklerini, kökülerin kötülüklerini göstermek için oyun yazmaktan onu sahnede oynamak da hizmettir. Dünyanın güzelliklerini getirip gösteren fotoğraf sanatçısı da insana hizmet eder, Şiirleriyle, müziğiyle insanın insani yönünü ve duygularını beslemek de insana hizmet etmektir ve bunları bir görev bilinciyle yapmaktır hizmet etmek. Dünyada herkese bir görev vardır. Bu görevi taşımak onur vericidir. Bayrak taşımak gibi bir duygu, bir coşkudur.

     Coşku, duygu; yaşamı sevende olur. “Kar yağdı, Ağaçlar çiçek açtı, Kuşlar ötüşüyor, bir çiçeğin renkleri, kokusu, şekilleri” siz bunun farkında mısınız? Bunlara bakıp sımarabiliyor musunuz?, Çocuklaşabiliyor musunuz? Kalkıp oynayabiliyor musunuz?  İşte mutlu olmak burada… Tanrı Coşmamız için öyle güzellikler vermiş ki.,  Sen güzelliklerin peşinde ol insan bir kere dünyaya geliyor.

     Şairler, sanatçılar yaşamı, güzellikleri, sevmeyi, sevilmeyi öğretir. Ne diyor Yunus Emre:

“Bir sevdik aşık olduk

 Sevildik ma’şuk (Sevilen) olduk

 Her dem yeni doğarız

 Bizden kim usanası”