Haftayı geçen “acılı televizyon esaretinden” bunalmış halde kendimi dışarı attım… Önce pek niyetim olmasa da kent merkezine gitme kararı ile kendimi gazetemizin yönetim hanesinde bulmuştum.

Arkadaşlar da o geçen süreçteki rutin işlerini yapmakta. Rutin, ajanslardan düşen “Deprem Haberlerini” izlemek. Bir yandan onları derlemeye çalışırken, diğer yandan da hem haberlere ekli fotoğrafları, hem de görüntüleri seçmekle meşguller. Ne yazık ki, televizyon başındaki ben gibi, onlar da bilgisayar ekranlarından gördüklerinden, okuduklarından bunalmış haldeler. Herkes gibi;

-Psikolojik bir travma halindeler…




Ölümler, ölüme terkedilenler

 İster istemez , birkaç cümleden ibaret konuşmamız da “deprem haberleri üzerine. Genç Yazı İşleri Müdürümüz Onur’a “açıklanan ölü sayısından artış var mı?” sorusunu yöneltmek oluyor;

-Yok sayılır, 300 kadar!..

Kabaca hesaplıyorum, evden ayrıldığımda 31 bin kusur olan can kaybımız, 31 bin 974’e yükselmiş!.. “Yaralı sayısını da güncellemekten vaz geçtiler diyor Onur Kardeşim..

Tasarımcı arkadaşımız Seyfettin Altındal araya giriyor;

-Alman medyası daha ikinci gün 50 bin civarı olarak açıkladı ölü sayısını…

Ben de  bir bilim insanımızın, tamamen enkaz haline dönen bina sayısındaki hesaplaması üzerinden deprem kayıplarımızın 70 binin üzerinde olacağı varsayımını hatırlamıştım.

Eve döndüm, bir süre sonra altyazılardan ölü sayısı açıklanıyordu:

-35 bin 473!.

Akşam saatlerinde kabinesinin AFAD merkezindeki toplantısının ardından son güncellemeyi bildiren Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı. Bir yandan da ekranlarda “Mucize kurtuluşların” görüntüleri. Daha doğrusu, “Mucize kurtarışların” haberleri…

Depremin 10.ncu günündeyiz. Öyle sanılır ki, “enkaz kaldırma” çalışmalarına  başlandığına göre bundan sonraki sayılar;

-Mucizevi katliamlar olarak açıklanacak!..



_____________________ 



Bir askerlik anısı!..

Deprem sonrası, geç kalınmışlık, organize olamamak, AFAD’ın, bizzat kendisi tarafından da raporlarla itiraf edilen zafiyeti ve hantallığı..

Bütün bunlar ve diğerleri ardı ardına gelen olumsuzluk içeren eleştirilerin ana merkeziydi. Devam da edecek kuşkusuz. Ama daha ilk günden özellikle emekli askerler tarafından seslendirilen biri vardı ki, en çok hak verilenler arasındaydı;

-Askerin sahaya sürülmesindeki kararsızlık!..

Bir önceki yazımda kısaca değinmiştim, Emekli amiral Türker Ertürk’ün eleştirilerine. AmiralErtürk  “Türkiye’nin en örgütlü, deneyim ve imkan olarak üst düzeydeki kurumu TSK’dır” diyerek sürdürüyordu eleştirilerin;

“-Düşünsenize, sahra hastanesini bile yardıma gelen İsrailliler kuruyor”


***


Bu tespit, aklıma bir askerlik anısını getirdi. 1967 yılında, kısa dönem askerliğimde kura, Ankara Askeri  Mevki Hastanesine çıkmıştı. Ardından “Daktilo biliyor” havasında bölük komutanı Mevlüt Yüzbaşının postası olmuştum.

O günler, “Kıbrıs’a harekat olacak” söylentilerinin yazılıp, konuşulduğu günler. Hani ABD başkanı Jhonson’un  tehditkar mektubu üzerine Başbakan İnönü’nün “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de orada yerini alır” yanıtını verdiği günler. 

Mevlüt Yüzbaşı “ sana bir oda vereceğim, iki gün içinde bu yazıyı daktilo edeceksin” emriyle çat pat yazmaya başladığım bir yazı. İlerledikçe anlıyordum ki, bu Genel Kurmay Başkanlığının hazırladığı bir rapor ve plan;

-Ordu tarafından sahra hastanesi kurulması planı.

Hatırladığım kadarıyla Adana ile Hatay arasında planlanmış bir bölge.

Rahmet olsun, Yüzbaşım gerekli düzeltmeleri yapıp, gerekli yerlere göndermişti. İki günlük görevim, Yüzbaşımın “Bundan kimseye söz etmeyeceksin” emriyle son bulmuştu.

Eder miyim!. Etmedim tabii ki.

-İlk defa burada açıklıyorum!..