Geçen hafta bugün bu saatlerde 28 Mayıs 2. tur CB seçimlerinin sonucu tartışılıyordu.

Kimileri sonuç karşısında “şok” yaşarken, kimi kesim de sevinç gösterilerini sokakta sergilemekle meşguldü. İki taraf arasındaki oran da tam da “Yüzde 50-50” denilecek türdendi. Hani halk arasındaki tabiriyle ve bir bıçak darbesiyle;

-Karpuz gibi ortadan ikiye bölünme vaziyeti!.

Öyle olması da “doğal” değil mi?. Üçüncü kez makamın sahibi olan sayın Erdoğan’ın bu süreçte uyguladığı “siyasetin” bir sonucu değil midir? Gariptir ki Erdoğan siyasetini, ilk sonuçların kendisine ulaşmasından sonra yaptığı ilk değerlendirmede de sürdürmesin mi?

-İstanbul Kısıklı’dan sonra Beştepe’deki sarayının balkonunda yaptığı konuşmalarında yani.

Geçen Cumartesi  Mecliste ettiği yeminde ifadesini bulduğu gibi milleti oluşturan “85 milyon vatandaşın birliğini ve mutluluğunu temsil” sözü nerede kaldı dersiniz?

Biliyorum; boşuna tekrarlıyorum , “kör-topal” dediğimiz demokrasi geçmişimizin, bir kez daha ters-yüz edildiğini.

Yukarıda değindim, “ne de çabuk geçmiş” koca bir hafta!.. Bilmem ki , “koskocaman” 5 yıl nasıl geçer. Hiç sevmediğim  bir teslimiyet sözcüğü ile yanıtlamam gerekiyor;

-Ya sabır, ya selamet, ya rab…




Tek kural, kazanmak!..

O bir hafta boyunca 28 Mayıs sonucu konuşmalarla, yazı-çiziyle eleştirildi kuşkusuz. Ana tema malum;

-Erdoğan nasıl kazandı, Kılıçdaroğlu neden kaybetti?

Onlardan biri de Cumhuriyet’te Mustafa Balbay’dı. Bir değil birkaç yazıda çeşitli yönleriyle irdeledi soruyu. O yazılarından birindeki şu satırlar, yanıtın özeti gibiydi:


***


Gerçekten soralım, buna seçim denilir mi?

Adı üstünde, “tercih” olması için, koşulların eşit ve iradenin özgür olması lazım. Öyle değil, hepimiz biliyoruz. Bir taraf; tankla, topla, gemiyle, uçakla konuştu. Öbürünün ağzına ses çıkarmasın diye bez parçası tıkıldı. Sonra da bu tiyatroya demokrasi denildi.

Erdoğan yönetim sistemini değiştirmekle kalmadı. Devletin tüm kurumlarını kendisine bağlamakla kalmadı. En önemsiz kararlar için bile “ben bilirim düzeni” kurmakla kalmadı. Devletin başını, hükümetin başını, partisinin başını, kendi başında buluşturmakla kalmadı.

Kalmadı, kalmadı, kalmadı...

Geçmişte “ama iyi kötü”ydü “ama ağır aksak”tı, Türkiye’nin seçim tecrübesini de alaşağı etti. Tek kurallı, Erdoğan’ın kazanmasına ayarlı hale getirdi.

2017’de, mühürsüz oylarla rejimi değiştirirken sistemi ittifaklar üzerine kurdu. Duruma uyum sağlayan muhalefet de ittifak yaptı. Yine memnun olmadı, 2022 Nisan’ında, bu kez ittifakları önemsizleştiren yeni bir seçim düzeni daha yarattı. 2023’ün seçim saatini de buna denk getirdi. Anayasaya rağmen 3. kez aday oldu.

Öyle ki kıdemli hâkimlerin yerine kurayla sandık kurulu başkanı belirlendi. Ya da dağıttığı yeni vatandaşlıklarla seçmen profilini dönüştürdü.

Kısacası topu da çizgiyi de kaleyi de istediği zaman değiştirdi.





Kim okur kim dinler!

Elbet de sorunun yanıtını ararken karşı tarafın, yani Millet İttifakının eksiklerini, kusurlarını ve hatalarını da göz ardı etmiyorum. Muhalefetin ana partisi geçen bir haftada kendileri adına yapılanları, yapılmayanları tartışmaya başladı. Biz de yeri geldikçe değineceğiz Ancak Sevgili Balbay’ın son cümlesinden devam edelim. Yani Sayın Erdoğan’ın istediğinde “her şeyi değiştirme” gücünden!..

Öyle değil mi? Tayyip Erdoğan tee başından top her zaman ayağında olsun ister. “olsunla” yetinmez. Bu top çok ağır, der. Patladığını gerekçe gösterir, saha kenarındakiler anında;

-Birkaç top birden atarlar sahaya!..

Yetmez! Bazen nefesi kesilir, “küçültün şu sahayı”  talimatıyla birlikte bütün ölçüler sil baştan değiştirilir.

Birkaç kez vurdu kaleye, baktı top üstten yandan auta gidiyor;

-Büyütün kaleyi der anında derhal!..


***


Oyunda hakem yoktur genelde. Yasal zorunluk vardır bir 5 senede!.

-Onu da baştan ayarlar, olur biter!..

Yani bu süreçte yazana çizene konu hiç bitmez;

-Onu da kim okur, kim dinler!..

-Ulusal ve uluslararası kurallara aykırı imiş, hiç farketmez!..