Bir kadın sokakta saldırıya uğrar. Sosyal medyada ilk yorum şu olur: “O saatte dışarıda ne işi vardı?”

Bir çocuk istismara uğrar. Tepki: “Ailesi neden daha dikkatli olmadı?”

Bir işçi hayatını kaybeder. Yorum: “O da kurallara uysaydı, başına gelmezdi.”

Suçluyu konuşmaktan çok kurbanı sorgulayan bir toplum olduk.

Bu davranış biçimi ne kadar yaygınsa, vicdanlarımız o kadar konforlu. Çünkü asıl sorumluyla yüzleşmek cesaret ister. Sistemle, adaletle, denetimle, güçle… Ve belki de kendimizle yüzleşmek demektir bu. Ama kurbanı suçlayarak kendi güvenli balonumuzu koruruz: “Ben onun gibi yapmam, başıma gelmez.”

Bu mekanizmanın adı: Savunma refleksi. Psikolojide "just world hypothesis" diye bilinen bir ilke var. İnsanlar adil bir dünyada yaşadıklarına inanmak ister. Bu yüzden başına kötü bir şey gelen kişinin bir yerde “hak etmiş” olduğunu düşünerek, evrenin adaletine inancını sürdürür. Ama bu inanç, adaleti değil, adaletsizliği meşrulaştırır.

Sokakta saldırıya uğrayan kadının kıyafeti, saat kaçta orada olduğu, yalnız mıydı… Bunlar neden önemli olsun? Tacizi ya da şiddeti haklı çıkaran tek bir cümle kurulabilir mi?

İş cinayetlerinde, denetimsizliğe değil de işçiye odaklanmak neyin bahanesi? “Kaskını taksaydı…” diyenler, asansörsüz iskelelerde yaşamını yitiren emekçilerin ardından hangi sorumluluğu üstleniyor?

Bu yaklaşım sadece bireysel değil, kurumsal bir hastalık hâline geldi. Medyada, siyasette, toplumsal reflekslerde hep aynı ezber: Mağdurun bir suçu vardır mutlaka. Oysa esas suç, bunu söyleyebilecek kadar vicdanını yitirmiş olmaktır.

Bir ülkenin medeniyet seviyesi, mağdura ne kadar sahip çıktığıyla ölçülür. Suçluyu aklayarak değil, kurbanı anlamaya çalışarak ilerleyebiliriz. Unutmayalım: Bir gün o kurban biz olabiliriz.