Kim, kime ne eder? Her ne ederse eden, kendine eder. Hülasa, insani ilişkilerin pek çoğunda hileli davranışlara tanık oluyoruz. Hilekârın yaptığı hilenin yanına kâr kalmadığını da görüyoruz. Hile yapanın yaptığı hilenin bedelini misli misliyle ödediğine cümle âleme şahit olmakta... Hilebazın akıbeti hüsrandır, hüsran! Hilebaz, başkasından önce kendisi için tehlikedir. Akıbetini, ahirini düşünmeyenden kime ne hayır gelir k? Düzenbaz ticaretinden siyasetine, ibadetinden iş ahvaline tüm insani ilişkilerinde ihanette olan insandır. Hilekâr sözüne durmaz. Söylediğinde yalan söyler. Sahiplendiği emanete ihanet eder. Hilekâra itimat olur mu? İnsanın adının “Adil” olması yetmez! Davranışta adalet gerek. Daha fazla söze ne hacet!

Hak sahibine hakkını hakkınca verenin günahı olur mu? Hak sahibine hakkını hakkınca teslim etmeyene daha ne günah gerek? İnsanın başına gelen tüm kötülükler haksızlıktan gelir. Her kim olursa olsun haklarının nerede, nasıl başladığını nitelik ve nicelikleriyle bilmek zorunda. Haklarının nerede, nasıl başlayıp bittiğini bilmeyen dürüstlüğün değerini ne bilsin? Teraziden metreye, litreden kileye ölçüsü doğru olmayan insani ilişkilerde ne denli adil olur? Hakkının nerede başlayıp nerede bittiğini bilmeyene güven duyulur mu? Daha fazla söze ne hacet! İlkokul 2’den 3’e geçtiğim 1964’ün harman zamanı gün doğmadan ak beygire binip döven sürmek için harman yerimize giderdim.

Annem, harman günlerinde köy fırını ekmeği arasına kaymak üzerine tatlı türünden birşeyler koyar: “öğle yemeğine kadar idare et.” derdi. O günlerden birinde yine harman yerine giderken Nazif Dayımın büyük kızı Cemile Abla: “Beklersen sana bir tane köpek eniği vereyim. Ama kardeşim Ahmet’e gösterme!” dedi. Köpek eniğini aldım. Harman yerine götürdüm. Sapların arasına sakladım. Köpekçiğin çıkardığı sesleri dedem, duymuş. “Sen mi, getirdin o zağar eniğini.” dedi. Evet, dedim. Dedem: “Kimin ise götür onu geri ver.” dedi. Dede, onu, dayımın kızı Cemile Abla verdi. Dediğimde, Dedem “İşin edinim şekli netleşti. Ona bir barınak yapmalı. Bir süre de ben bakayım. Sonra, sen ilgilenirsin.” dedi. O zamanlar büyüklerin lafının üzerine laf koymak kimin ne haddine idi.

İlerleyen zamanda “hav, hav” büyüyüp gelişti. Kuş uçurmayan, kervan geçirmeyen ejderha gibi etrafa korku salan bir köpek oldu. Adını karaca koymuştum. Köpekçiğe bu isimle hitap ederken bir keresinde komşumuz Demirci Rıza Abi ile göz göze geldik. Mahcup oldum. Komşumuz Rıza Abi’ye, halk “Karaca” diyordu. Rıza Abi’den özür diledim. Rıza Abi, hoş karşıladı. Karaca ismini bir başka isimle değiştirmek istediğimi Dedeme söyledim. Dedem: “Anladın değil mi köpekçiğe “Karaca” ismini vermeni neden istemediği mi?” dedi. Neticede, köpekçiğin adını karoş koydum. Karoş sadakatli, vefalı, güvenilir bir köpek oldu. Evi, avluyu, hayvanlarımızı sahiplendi. Avluya yabancı insan da, hayvan da koymamak için hilesiz, canhıraş mücadele verirdi. Güven verdiği için kendisiyle dostluk kurdum. O, ölünceye kadar değerini / sorumluluğunu bir hayvan olarak bildi. İtibarımıza layık olmaya çalıştı. Ev halkı olarak biz insani değerlerimizde yaşarken o da hayvani değerinde yaşadı.

İnsan ile hayvan arasındaki mesafeyi diğer hayvanlara karşı olduğu gibi Karoşla da koruduk. O hiçbir zaman çizgiyi de, çizmeyi de aşmadı. Köpek yetiştirilecek veya bakılacaksa doğal yaşam hayvan hakları duyarlılığında bakılmalı ki, müstahakkını bulsun. Beş tane de davar köpeğimiz vardı. Dedem, bazen o köpeklere yal yedirme görevini bize bırakırdı. Elimize bir sopa verir, yal teknesinin başında adaletle yallarını yedir ki, bu köpekler boğuşmasınlar. Adil davranmadığında niza çıkar. Köpek güveni, sadakati, sahiplenmeyi, hakkaniyeti sahibinden öğrenir. Köpek sahibine göre havlar. Ama hiçbir zaman sahibine karşı hileye kalkışmaz. Yeter ki sahibi köpeğini, doğal yaşam hakkından mahrum bırakmasın. Köpeği doğal doğal yaşam hakkından mahrum bırakmak ona yapılacak büyük zulümdür.” derdi.

Ömrünüz uzun, kazancınız bereketli olsun! Hoşça kalın! Dostça kalın!