Lev Tolstoy’un “İnsan Neyle Yaşar?” adlı kitabını elinize aldığınızda, ilk cümleyle birlikte iç dünyanıza doğru uzun bir yolculuğa çıkarsınız. Kitap ne kalın, ne gösterişli. Ama sayfaları çevirdikçe, insanın kendi yüreğine eğilmesi gerektiğini fark ediyorsunuz. Çünkü bu sadece bir hikâye kitabı değil; vicdanı olan herkes için bir aynadır.

Tolstoy’un kaleminden dökülen basit ama sarsıcı gerçek şu: İnsan, yalnızca ekmekle değil, sevgiyle, merhametle, başkalarının acısını fark edebilme yetisiyle yaşar. Kuru bir iyilik anlatısı değil bu. Aksine, insanın neyle yaşamadığını da yüzümüze vuruyor: Açgözlülükle, kibirle, yalnız kendi çıkarını gözeterek yaşanmaz. Yaşanıyor gibi olur, ama yaşanmamıştır o hayat.

Kitabın ana öyküsü olan meleğin dünyaya gönderilişi, bence sadece bir dini metafor değil. Hepimize sorulan bir soru gibi duruyor: “Sen ne için varsın? Yalnızca kendin için mi?”

Bir kadının, yetimi sahiplenişi… Bir ayakkabıcının kapısını açışı… Bunlar Tolstoy’un anlatımında sıradan detaylar değil, insan olmanın altın halkaları.

Ben bu kitabı okurken hep aynı şeyi düşündüm: Biz bugün neyle yaşıyoruz? Takipçi sayısıyla mı, banka hesabındaki rakamla mı, gün içinde tükettiğimiz içerikle mi? Yoksa gerçekten bir başkasının hayatına değebildiğimiz kadar mı varız?

Tolstoy’un yanıtı sade ama güçlü: İnsan, sevgiyle yaşar. Ve sevgi, bir lütuf değildir; insanın içinde zaten var olandır. Hatırlamamız gereken tek şey, onun hâlâ orada olup olmadığıdır.

Bugün, hızlı yaşayıp duyguları unuttuğumuz bu dünyada “İnsan Neyle Yaşar?” hâlâ gün gibi önümüzde duran bir sorudur. Ve belki de bu soruyu sık sık kendimize sormak, yaşayabilmenin ilk şartıdır.