Dehşet Bey, Murat Menteş’in kaleminden çıkıp sinemaya uyarlanan, yerli sinemada alışık olmadığımız bir aksiyon-dram örneği. Yönetmen Mehmet Ada Öztekin, başrollerde Barış Arduç ve Tuba Büyüküstün’le birlikte karanlık ama etkileyici bir dünya kuruyor.
Film, "Fedailer Ocağı" adlı gizli örgüt için çalışan suikastçı Dehşet Engiz’in aşk ve görev arasında sıkışan hikâyesini anlatıyor. Suikastle yoğrulmuş bir karakterin, yasak bir aşkla içsel dönüşümünü izliyoruz. Aksiyonun yanı sıra, film aşkın, sadakatin ve bireysel vicdanın sınırlarını sorguluyor.
Görsel atmosferi güçlü, oyunculuklar inandırıcı, senaryo yer yer felsefi derinlik taşıyor. “Yerli John Wick” benzetmesi yapılsa da, Dehşet Bey bundan fazlasını vaat ediyor: Ruhsal bir çatışma. Bana daha fazla “The Wanted” filmini anımsattı.
Filmle ilgili intihal iddiaları tartışma yaratsa da, bu durum yapımın sinemasal değerini gölgelemiyor. Dehşet Bey, Türk sinemasında sadece mermi değil, duyguyu da hedef alıyor.
Ancak film yalnızca bir aksiyon hikâyesi değil. Bir yandan da sistemle birey, duyguyla görev, aşkıyla sadakat çatışmasını irdeliyor. Senarist Murat Menteş’in ifadesiyle “arka planda sosyal ve felsefi fikirler var”. Bu nedenle Dehşet Bey, Türk sinemasının sadece “çarpıcı patlama sahneleri” değil, “düşündüren aksiyon” yaratabileceğinin işareti olarak görülebilir.
Öte yandan filmin ön gösterimden önce gündeme gelen intihal iddiaları da dikkat çekti: Bir yazarın senaryonun izinsiz şekilde kullanıldığına dair açtığı dava, yapımın çevresindeki tartışmayı artırdı. Bu mesele filmin sanatsal yönünü gölgelemeyecek gibi ama “fikri emeğin” sinemada ne kadar kırılgan olduğunu da hatırlatıyor. Bu dizi “Eşref Rüya” olduğu ortaya çıktı.
İzleyici için soru açık: Dehşet, sadece “eylem” midir yoksa “içsel bir boşluk” mudur? Dehşet Bey, bu soruyu yüksek sesle soruyor, fakat izleyiciyi yalnız bırakmıyor; cevap arama yolunda tutuyor.
İzlenmeye değer, hem aksiyonu hem vicdanı olan bir yapım.