Bir çocuk çizim yapıyor.

Güneş kocaman, kuşlar mavi gökyüzünde…

Ağaçlar yeşil, çiçekler renkli.

Oysa o resim artık sadece bir hayal.

Gerçekte hava kirli, deniz plastik dolu, toprağın altında bile nefes yok.

Ve biz hâlâ susuyoruz.

İklim değişikliği dediğimiz şey, sadece kutuplarda eriyen buzullar değil.

Bu, bizim vicdanlarımızın da erimesi.

Kendimizden başkasını düşünmeden yaşamanın, doğayı sadece tüketilecek bir şey sanmanın sonucu.

Eskiden mevsimler takvim gibiydi.

Mart kapıdan baktırır, Nisan yağmur getirir, Haziran sıcağıyla tanınırdı.

Şimdi takvimler şaşkın.

Kış yaz gibi, yaz kış gibi.

Ve biz hâlâ “Birkaç derece ısınmış ne olur?” diyoruz.

O birkaç dereceyle ormanlar yanıyor, denizler taşıyor, hayvanlar yok oluyor.

Ama biz hâlâ market poşetlerini iki dakika için alıyoruz.

Bir kahve içeceğiz diye plastik bardakla fotoğraf çekiyoruz.

Ve çocuklarımıza bıraktığımız “gelecek”, betonlar, çöpler ve susuzluk oluyor.

Bu dünya bize miras değil.

Gelecekten ödünç aldığımız bir emanet.

Ve bu emaneti yavaş yavaş yok ediyoruz.

Bir an durup düşünelim:

Ne için bu hoyratlık?

Kime üstünlük kurmak için bu israf?

Doğayı tüketirken aslında kendimizi tüketiyoruz.

Belki bir çiçeği sulamakla başlar değişim.

Belki bir ağaca sarılmakla, plastikten kaçınmakla, bir çocukla toprakta yürümekle.

Çünkü umut, hâlâ bizde.

Yeter ki biz değişelim.

Unutmayalım:

Dünya bizsiz de var olur…

Ama biz dünyasız bir hiçiz.