Sinema, insana ayna tutmanın en güçlü yollarından biridir. Bazı filmler yalnızca eğlencelik bir seyirlik olmanın ötesine geçer; bizi kendimizle, içimizdeki karanlıkla ve tutkularımızla yüzleştirir. Şeytanın Avukatı tam da böyle bir film.

Bir hukuk dramı gibi başlayan hikâye, kısa sürede insanın en eski meselesine uzanır: Güç, hırs ve ahlâk arasındaki ince çizgi. Film, izleyiciye yalnızca mahkeme salonlarını değil, aynı zamanda insan ruhunun derin koridorlarını gösterir. Başarının cazibesi, yükselme arzusunun baş döndürücü sarhoşluğu ve bütün bunların karşısında vicdanın sessiz ama ısrarlı sesi…

Oyunculukların gücü, atmosferin gerilimi ve anlatının katmanlı yapısı, filmi sadece bir hukuk öyküsünden çıkarıp felsefi bir tartışmaya dönüştürüyor. İzleyici, karakterlerle birlikte şu sorunun etrafında dolaşıyor: İnsan her istediğine ulaştığında gerçekten özgür müdür, yoksa kendi arzularının mahkûmu mu olur?

Şeytanın Avukatı izleyicisine tek taraflı bir ders vermiyor. Aksine, düşündürüyor, rahatsız ediyor, soru sorduruyor. İşte bu yüzden, yıllar geçse de hâlâ konuşulan, tartışılan ve yeniden izlenen filmlerden biri olmayı başarıyor.

Sinema salonundan çıkarken ya da ekranı kapattığınızda geriye şu his kalıyor: Gerçek mücadele dışarıdaki rakiplerle değil, içerideki benliğimizle yaşanıyor. Ve belki de bu film, o mücadelenin en çarpıcı tasvirlerinden birini sunuyor.