3 Aralık Dünya Engelliler Günü,“engelli bireyler” diye tanımladığımız insanların aslında engellenmiş hayatlara sahip olduğunu bir kez daha yüzümüze vurur. Asıl mesele, fiziksel ya da zihinsel farklılıklar değil; bu farklılıklarla yaşayan insanların önüne konulan görünmez bariyerlerdir.
‘Bir toplumun medeniyet seviyesi, en kırılgan kesimlerine sunduğu imkânlarla ölçülür.’
O halde kendimize soralım: Biz nasıl bir toplumuz?
Kaldırımının yüksekliğiyle, rampasının eksikliğiyle, toplu taşımadaki erişimsizliğiyle, istihdamdaki adaletsizliğiyle bir engeli kat kat çoğaltan bir toplum mu?
Yoksa herkesin onuruyla, özgüveniyle, bağımsızca yaşayabileceği bir düzen kurmak için çabalayan bir toplum mu?
Bugün yapılması gereken, “farkındalık” adı altında birkaç etkinlikle günü geçiştirmek değil. Bugün, bir anne çocuğunu tekerlekli sandalyeyle okula götürürken yaşadığı zorlukları düşünmek; görme engelli bir bireyin sesli kütüphanelere ne kadar erişebildiğini sorgulamak; işitme engelli bir vatandaşın bir devlet dairesinde işaret dili bilen personele ulaşamadığı gerçeğiyle yüzleşmektir.
Engelli bireyler yalnızca 3 Aralık’ta akla gelmemeli. Çünkü onların eğitimi, çalışma hayatı, sosyal yaşamı, kent içi hareketliliği, yani kısacası hayata katılımı sürekli gündem olmak zorunda.
Belediyelerin şehir planlamasından, işverenlerin eşit işe alım politikalarına; kamu kurumlarının hizmet içi eğitimlerinden, medyanın temsil diline kadar her adım bu mücadelenin bir parçasıdır.
Unutmayalım: Engellilik, bireyin değil toplumun sınavıdır.
Ve bu sınavı ancak birlikte geçebiliriz.
Bugün, Dünya Engelliler Günü vesilesiyle, herkese bir çağrı yapalım:
Bir anlığına durup düşünelim; günlük hayatımızda “normal” kabul ettiğimiz şeyler, bir başkası için ne kadar erişilebilir?
Eğer bu soruya dürüst bir yanıt verirsek, gerçek değişim de o anda başlayacaktır.
Çünkü engelleri kaldırmak bazen bir rampayı yapmak kadar somut, bazen de önyargılarımızı yıkmak kadar içsel bir meseledir.
Ve ikisi de elimizdedir.

