Savaşın soğuk yüzünü değil, insanın içindeki sıcaklığı anlatan nadir filmlerden biri.
Belki de ileride bir kült olarak anılacak kadar güçlü ama sade ve sessizce haykıran bir yapım.
Genellikle savaş denince akla gelen büyük ordular, haritalar ve generaller olur. Ancak Tangerines savaşı bu kez bambaşka bir yerden, insanın içinden anlatıyor. II. Dünya Savaşı’nın çok uzağında, yakın geçmişin kanayan yarası Gürcistan-Abhazya savaşı sırasında geçiyor. Fakat film, silahların patladığı bir cephe değil; iki insanın, düşmanlığın anlamsızlığını fark ettiği küçük bir mandalina bahçesini sahne olarak seçiyor.
Filmin merkezinde Estonyalı iki dost, Ivo ve Margus var. Yaşadıkları topraklarda patlayan savaşın ortasında, yaralı iki askeri biri Gürcü, biri Çeçen evlerine alıp iyileştirmeye çalışıyorlar.
Bu iki düşman, aynı çatı altında iyileşmeye çalışırken biz de aslında kimin kimden nefret ettiğini sorguluyoruz. Çünkü onların arasında nefret yok, sadece dayatılmış bir düşmanlık var.
Birbirini öldürmek için eğitilmiş iki insanın, yan yana oturup aynı sofrada sessizce yemek yemesi…
Belki de savaşın en çarpıcı sahnesi bu: silahların değil, sessizliğin konuştuğu anlar.
Film boyunca mandalina bahçeleri, sanki insanlığın son kalıntısı gibi parlıyor. Görüntü yönetmeninin ustalığıyla, o turuncu bahçelerin kokusu neredeyse burnumuza kadar ulaşıyor.
Ve sonunda şu cümle geliyor, bir bıçak gibi kalbimize saplanıyor:
“Ahmed, fark eder mi?”
İşte o anda film bitmiyor; tam tersine, içimizde yeni bir sorgulama başlıyor. Gerçekten fark eder mi? Kimin kazandığı, kimin kaybettiği…
Yoksa asıl kaybeden hep insanlık mı?
Tangerines, bir savaş filmi değil.
Savaşın eleştirisi, insanın aynası, vicdanın yankısı.
1 saat 27 dakika gibi kısa bir sürede geçen ama bir ömür içinizde yaşayacak film.