Bazen bir günün bütün ağırlığını, kaldırım kenarında karşınıza çıkan bir kedi alır. Sinirliyken, yorgunken, hayata biraz küsmüşken… Küçük bir miyav, bacağınıza sürtünen bir baş, dünyayı birkaç saniyeliğine durdurur. Köpeklerin sessizce yanınıza eşlik ettiği o eve dönüşler vardır; insan kalabalığında yalnız hissetmezsiniz artık. Çünkü biri vardır. Konuşmaz belki ama oradadır.
Peki, bize bu kadar iyi gelen bu minik canlar, neden bu kadar rahatsız ediliyor?
Soğuk kış günlerinde tek istedikleri şey çok basit: Bir kap temiz su, biraz mama ve yağmurdan, kardan korunabilecekleri küçük bir alan. Ne bir lüks, ne bir talep… Sadece hayatta kalma çabası. Buna rağmen, yıllardır sığındıkları yuvaların yıkıldığını, karton kutularının çöpe atıldığını, “görüntü kirliliği” denilerek yaşam alanlarının yok edildiğini görüyoruz. Oysa asıl kirlilik, vicdanlarımızda biriken bu kayıtsızlık değil mi?
Bu yapılanlar ne “düzen”le ne de “insanlık”la açıklanabilir. Aksine, görmezden gelmenin, yok saymanın ve merhametten uzaklaşmanın açık bir göstergesidir. Gücü yetene yönelen bu hoyratlık, saf kötülüğün en sessiz ama en net hâlidir.
Oysa elimizden gelen çok şey var. Evimizdeki bir koli, eski bir battaniye, bir parça strafor… Bunlarla bir cana sıcak bir gece armağan edebiliriz. Biz bile evimize ulaşana kadar soğuktan titrerken, onların küçücük bedenleriyle sokakta var olmaya çalıştığını unutmayalım.
Sokaklar yalnızca bizim değil. Onlar da bu şehrin sessiz sakinleri. Renk katanları, neşeyi, masumiyeti getirenleri… Lütfen biraz daha duralım, bakalım ve hissedelim. Duyarlılığımızı artırmak, yaşam alanları oluşturmak bir iyilik değil; olması gerekenin ta kendisi.
Çünkü bir şehrin insanlığı, en çok konuşamayanlara nasıl davrandığıyla ölçülür.