Dünya’ya bakışımız bireysel olarak farklıdır ama özünde şaşırtıcı biçimde benzerdir. Aynı nesneye, aynı ana bakan iki insan bambaşka duygular hissedebilir; buna rağmen karşı tarafın ne hissettiğini tahmin edebiliriz. Bir kuşun uçuşu birine özgürlüğü çağrıştırırken, bir başkası için tedirginlik sebebi olabilir. Ama özgürlüğü hisseden, korkuyu; korkuyu hisseden de özgürlüğü anlayabilir.

Aynı durum yaz ve kış meselesinde de geçerli. Yazı seven biri, kışı sevmeyenin “üşüyorum” bahanesini anlar. Kışı seven de, yazı sevenin güneşle kurduğu bağın farkındadır. Yani mesele sevmek ya da sevmemek değil; neden sevildiğini ya da neden sevilmediğini algılayabilmektir.

Buna rağmen hayat bize sürekli bir taraf seçtirir. Kahve mi çay mı? Yaz mı kış mı? Gece mi gündüz mü? Sanki ikisini birden sevmek kararsızlık, hatta ayıp gibi. Sanki sevgi kotayla dağıtılıyor; biri artarsa diğeri eksilmek zorundaymış gibi.

Oysa ben yıllardır şunu fark ettim:

Yazı da severim, kışı da.

Çayı da severim, kahveyi de.

Hem güneşin altında yürümeyi, hem battaniye altında sessizliği…

Ve hepsini neden sevdiğimin de farkındayım.

Bir şeyi tercih edebilmek için, diğerini değersizleştirmek zorunda değiliz. Sevmek, karşıtını silmek değildir. Tam aksine; karşıtlığı anlayabildiğimiz ölçüde derinleşir. Algılarımızı kalıplara sıkıştırdıkça, sevdiklerimizi de daraltıyoruz. Oysa hayat tek bir tat, tek bir renk, tek bir mevsimden ibaret değil.

Belki de yapmamız gereken şey net:

Algılarımızı savunmak yerine genişletmek.

Etiketlemek yerine anlamak.

Ve sevdiklerimizi, bize sunulan ikilemlerin arasına sıkıştırmamak.

Çünkü dünya zaten yeterince keskin.

Bir de biz, sevmeyi sınırlandırmayalım.