Usta yönetmen Martin Scorsese’nin filmografisinde farklı bir yere sahip After Hours, yönetmenin alışılmış tarzından uzak ama imgesel yönlerini koruyan bir başyapıt. Film, Paul adlı sıradan bir çalışanın rutin ev–iş döngüsündeki sıkışmışlığını anlatıyor. Gri tonlara boyanmış evi, ifadesiz yüzü ve her gün tekrarlanan hayatı, modern çağın “9-5 çalışanı” için fazlasıyla tanıdık.

Bir akşam, Paul’un bir kafede tanıştığı kadın (Marcy) ile başlayan gece, giderek kabusa dönüşüyor. İzleyici burada “gerçek mi, rüya mı?” ikilemine çekiliyor. Özellikle televizyon izlerken kafe sahnesine geçişte hâlâ televizyon seslerinin duyulması, onun uykuya daldığına dair ipuçları veriyor. Bu da filmin postmodern yapısını, zamanın belirsizliğini ve rüya-gerçek arasındaki sınırın silikleştiğini gösteriyor.

Filmde The Wizard of Oz göndermeleri de dikkat çekici. Tıpkı Dorothy gibi Paul da evinden uzaklaşır, karmaşık bir dünyada kaybolur ve sonunda yine başladığı yere, ofisine döner. Dorothy evini sevmeyi öğrenirken, Paul’un dönüşü ise bize modern insanın kaçamayacağı bir gerçeği hatırlatır: rutin.

Zamanın akışının bozulduğu sahneler, Paul’un zihnindeki karmaşayı ve rüyanın zamansızlığını yansıtır. Her şeyden kaçmak ister ama kaçamaz; tıpkı bizlerin her sabah çalan alarmın sesi gibi benzer hayatlarımızı yansıtır.

Filmin en çarpıcı yanı, karakterlerin yüzeyselliği ve Paul’un çevresindekilere duyarsızlığıdır. Bu durum, günümüz insanının toplumsal olaylara, başkalarının acılarına ya da güzelliklere kayıtsızlaşmasını yansıtır.

Ve sonunda, sabah olduğunda Paul yeniden ofisindedir. Belki kabus bitmiştir, belki de kabus zaten budur. After Hours, 9-5 çalışan herkesin içinde bir yerlerde yankılanan o soruyu sorar: “Gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa rutinimizin içinden kaçacak bir rüya mı arıyoruz?”