Yaşım on üçtü. 1968’in Ekim’inde Seyitgazi Müftüsü’ne, Hocam:  “Ramazan ayında staj nitelinde Yukarısöğüt köyüne gitmek istiyorum.” deyince, köy imamına vermek üzere bir pusula yazdı. Aynı gün arkadaşım Sarıcailyaslı Akif ile akşama yakın yaya köye vardık. İmam Nazif Hoca’ya pusulayı verdim. Hoca: “Bu akşam misafirim olun. Yarın Cuma namazı sonrası muhtar cemaatle görüşür. Olur, derlerse hay, hay!” dedi.

Cuma namazı sonu Muhtar, halka konuyu açtı.  Göbeği kendisinden bir metre önde giden, sigara dumanından dişleri, bıyıkları, el parmakları sapsarı olmuş biri hariç diğer köylüler: “Olur!” dediler.  Muhtar: “Müftü Efendi uygun görmüşse, iş bitmiştir." dedi ve bana: “Ramazandan bir gün önce gelirsin. Gelirken yatak vs. getirme. Sadece kitapların ile giyeceklerini getir. Bir ay bizim köyün misafirisin.” dedi. Birkaç gün sonra köyüme gittiğimde babam: “Ramazanlık her hangi bir köye hoca durdun mu?” dedi. Yukarısöğüt köyü ile anlaştığımı söyledim. Babamla ertesi gün şehre gittik. Götürdüğümüz kuru fasulyeyi satıp bana “Nacar marka” kurmalı bir kol saati, elbise ve pardösü aldık. O zamanlar bazı köylerde kadınlar iç çamaşırını beyaz kaput bezinden ve entariyi de gri renkli dikey çizgili kaput bezinden dikerlerdi.

Muhtarın dediği gün babam, at arabamızla beni Yukarısöğüt’e götürdü.  Akşam muhtar odasında köyün eşrafı toplandı. Muhtar: “Komşular, Yunusça’yı köyümüzün şanına yakışır şekilde bir ay ağırlayacağız. Onu sırayla hâli elverişli olanlar bir akşam misafir edecek. İftar yemeğine kim götürürse o gece, onun misafiri olacak. Yunusça’yı iftara götürecek kişi ikindi namazı çıkışı camiden alıp evine götürecek. İftarı müteakip teravih namazı için camiye getirip götürecek. Ertesi günü öğle namazına bir saat kala camiye getirip bırakacak. Yunusça’yı sakın köpeğe dalatmayın. Sonra külahları değişiriz.” dedi.  Halka müteşekkir, Hakk’a şükürle köyden ayrıldım.  Yukarısöğüt’ü unutamam.

Cami odasında bir gün, biri: “Takvim yaprağında okudum. Hızır (a.s.), su yüzünde yürüyüp giden bir çoban görmüş. Hızır, çobana: “Sen, benden daha ermiş. Daha üstünsün demiş.” deyince, şehirli bir misafir: “İnanmayın öyle safsatalara… Müslümanların kandırılmasına gönlüm razı değil… Hikmetinden sual olunmayan bir başarıda emek ve vasıta olmasını diler. Nuh’a, tufana hazırlık için gemi yap emrini verdi? Nice zorluklarla karşılaşan peygamberin bile su üzerinde yürüdüğünü ne duydum, ne de okudum.” deyince, sükûnet hâli oluştu… Meğer o misafir okumuş, yazmış takımından bir zatmış.  O ortamda bilenin görüşüne bağnazlıktan uzak saygıyı gördüm.

Bir toplumda karşılıklı sevgi ve saygıdan daha değerli ne olabilir? Sohbetlerin tartışmaya dönüşmeden hoş görü ve tahammülle yapılmasını takdirle karşılarım. Rab, sadece insana has kılmadan olgularıyla yaşam ihdas etmiş. Ama insana özgü de yaşam koşullarını olmaz ve olurlarla belirlemiş. Olmaz ve olurların aşamalarını insanın akli yeteneğine bırakmış. Toplumsal ya da bireysel yaşamda insanlığın huzur, güven içerisinde yaşaması için öğüt ve emir içeren kitabı kadim inzal etmiş. Bu ahvale isteyen inanır, isteyen inanmaz.  Kimse kimseyi inanç bağlamında zorlayamaz. Allah, böyle bir yetkiyi her hangi bir insana değil hiçbir peygambere dahi vermemiş.

Nasrettin Hoca’dan bir fıkra ile mevzuyu sonlandıralım. Gafilin biri, Nasrettin Hoca’nın da olduğu bir ortamda, ben: “Her gece semalara çıkar yeryüzünü yükseklerden seyrederim. Arzda neler olup bittiğini görürüm.” dediğinde, Hoca: “Peki, sen geceleri semalarda dolaşırken elin yumuşak bir şeye dokunuyor mu?” dediğin de, adam: “Evet, evet! Bazen oluyor.” demiş.  Hoca: “Elinin değdiği o yumuşak şey, benim eşeğin kuyruğudur.” diyerek fesat bir söyleme itibar edilmeyeceğine dikkat çekmiş. Aklını iyilik ve güzelliklerde kullananın işi rast gelir. Niyeti halis olanın yardımcısı hikmetinden sual olunmayan Mevlâ olur. Aksini ispat iddia sahibine düşer. Mü’min suresi ayet 40’da mealen Allah: “Kim bir kötülük yaparsa aynısı bir kötülük başına gelir…” buyuruyor. 

Ömrünüz uzun, kazancınız bereketli olsun! Hoşça kalın! Dostça kalın!

Yunus Emre GÜLLÜ-13 OCAK 2024 / MİLLİ İRADE GAZETESİ