Fotoğrafla ilgilenmek, insana çok şey kazandırıyor. Önce çevremizin, doğanın ve yaşamın farkına varmayı öğretir ve yaşatır. Mevlana, “Gözler güzeli görmek içindir” derken; bir çiçeğin renklerinde ve biçimlerindeki güzelliği , bir gün batımında gökyüzünün renklerdir. Bütün güzellikler, gezdiğimiz gördüklerimizde bize fotoğrafını çek diyek bir çok görüntü vardır. İşte fotoğraf çekmeye başladığınızda yaşam tarzınız değişir, sizi bambaşka kişiliğe götürür. Fotoğraf sadece çekmek, biriktirmekde değildir. Onları sergilerde paylaşmak, “bunları ben gördüm, yaşadım” demek gerekiyor.

    Bir Ali Ekber Kapıkıran vardı. Elinde fotoğraf makinesi fotoğraf peşinde gezerdi. .  Fotoğraf makinesi Eskişehir’i fotoğraflıyordu. Ben onu, Devlet Güzel Sanatlar Galerisinde sergi açtığında tanıdım.  Odunpazarı’nın el sürülmemiş, doğal haliyle, Porsuk’un o sandallı eski fotoğrafları vardı. Eski Türk evlerinin fotoğrafları için de şehirleri geziyordu. Sonra bunların sergilerini başta İstanbul, Ankara olmak üzere şehir şehir sergiliyordu. Hem de kimi sergi salonlarında kimisi tren garında, hatta ilk okullarda, parklarda. Eskişehir’de en çok kişisel fotoğraf sergisi açan sanatçıydı.

     Ali Ekber Kapıkıran sadece kendi fotoğraf çeken, sergisini açan sanatçı değil aynı zamanda fotoğraf koleksiyoneriydi. Önceleri eşden dosttan fotoğraflar topluyordu. Sonra “Bunları değerlendir!” diye getirip verenler olmaya başladı derken Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün, Demirel’in fotoğrafları toplarken çok büyük koleksiyona sahip oldu. Kişisel fotoğraflarının yanında daha çok onların sergilerini açar oldu.

     Sergilerinden birisi “Tarihte Eskişehir”sergisiydi. Eskişehir fotoğrafları denince hep Ermeni fotoğrafçıların ya da Demiryolu yapılırken Almanların çektiği, daha çok kartpostal olmuş fotoğraflar bilinir. Oysa Ali Ekber Kapıkıran Cumhuriyetin ilk yıllarının fotoğraflarına sahipti. Cumhuriyetin 10.yılı kutlamalarına ait fotoğraflar vardı. Bir başka sergisi “Atatürk’ün Yurt Gezileri” fotoğrafları. Bu sergi de onun en zengin koleksiyonuydu. Şehir şehir bu sergisini gezdirdi. Belediyeler, Valilikler, Üniversiteler davet ederek gidiyordu.

      Ali Ekber Kapıkıran 1955 Malatya doğumluydu ve Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde memur olarak çalışıyordu. 2007 yılında emekli olup Eskişehir’den ayrıldı, Antalya’ya yerleşmişti sonra vefat ettiğini duyduk. Onun Eskişehir’de sergi açtığı yıllarda Eskişehir  fotoğrafları koleksiyoneri olarak bir Ahmet Atuk’u tanıyorduk. İnternet yoktu. Şimdi Eskişehir’de pek çok fotoğraf sanatçısı var. Sergiler yarışmalar yapılıyor. Eskişehir’de çok sayıda, dağınık Eskişehir  fotoğrafları  koleksiyoneri var. “Dünden Bugüne Eskişehir” grubunda yirmi bin sayısıyla Eskişehir Fotoğrafı olduğu söyleniyor. Böyle başka gruplarda var. Sergiler açmıyorlar ama her gün pek çok Eskişehir fotoğrafını internette paylaşıyorlar. Ali Ekber Kapıkıran’da olsaydı yada elindeki fotoğraflar ne oldu diye düşündüğüm oluyor.

 

 

Bugün 2 Eyül

    2 Eylül deyince, ben hep emperyalist ülkelerin ülkemi paylaştığını, ona karşı amansız verilen mücadereleyi, acıyla, göz yaşlarıyla yaşanılan günleri anımsarım. 20 Temmuz 1921 günü de Yunan askerleri Eskişehir’i işgal etmişler. O günler anlatılırdı çocukluğumda. Onları anlatırken gözyaşlarına boğulanları anımsıyorum. Babası cepheden dönmeyen çocukları, oğulları gözünün önünde şehit edilen anaları, evleri yakılanları, süngülü, silahlı yabancı askerleri, gökyüzünde uçan yabancı uçakları, patlayan silah seslerini, çocukların, elden ayaktan düşmüş yaşlıların çığlıkları duyar gibi dinlediklerimi anımsıyorum. 

       2 Eylül deyince, Hamamyolunda ayakkabısız yalın ayak, bağrı açık koşan arada bir durup “Kadir” diye bağıran, çocuk yaşta oğlunun gözü önünde şehit edilmiş kadını anımsıyorum. Nazım Hikmet’in Kuvay-i Milliye Destanı’nda anlattığı Kambur Kerim gibi Cunudiye mahallesinin ilerisindeki işgalci yabancı birliklerin molalarında silah çalmaya giden çocukların anlattıklarını anımsıyorum.

      Bir Eskişehirli ressamın, Odunpazarı’ndan görünce, kıpkızıl alev ve dumanlarla yanan çarşı ve geri planda Muttalıp’dan dağlara toz bulutu yükselterek kaçışan insanların resimini anımsıyorum.

      Halkevi dergisinde genç yazarların yaşadıklarından yazdıkları öykülerinde geçen “Yer yer karanlığın biriktiği yerler kızıllaşıyor, derinleşiyor. Bu derinliklerde uzun bir sükut, sonra bir hain kahkaha, daha sonra imdat isteyen kadın ve masum çocukların seslerine karışan tabanca sesleri” diye yazılanları okurken, o anları yaşadığımı sandığımı anımsadım.

     Ünlü yazar Halide Edip Adıvar ‘ın “Sokaklarda hayat kaynıyor. Askerlerden başka öküz arabaları, eşyalarla dolu üzerlerine gözleri korku içinde oturtulmuş çocuklar. Kadınlar öküzleri çekiyor. Bir insan seli akıp gidiyor Eskişehir’den…” diye yazmış.Bunları okurken nefesimi anımsıyorum.

     Edebiyatçı Adil Zeytinoğlu’nun Halkevi dergisinde anlattığı “Ağa çeşmesi yokuşunda (Çatak bayırında) yeleleri kabarmış, ağızından köpükler saçan yağız bir atla gelen Mehmetçiğin ‘gözyaşlarını” sevinç yaşlarınız olsun, artık kurtuldunuz’ derken ihtiyar bir nine ağlayarak üzengiyi öpüyordu” diye yazdıklarını okurken gözümde canlandırdığımı anımsıyorum.

     2 Eylül’de kutlama törenleri yapılırken o günleri yaşayanlar yaşadıklarını anlatırlardı. Hele o soba boruları ile karşı duran ve düşmanı kaçıranların anlattıkları anlar var ya işte onları anımsıyorum.

     2 Eyül deyince, törenlerde beyaz gelinlik giydirilmiş kızın zincirlerden kurtuluş sahnesini anımsıyorum.

    Üşenmeyin araştırın Birinci İnönü Savaşında, yani Eskişehir’in işgalinden altı ay önce  ordumuzda ne kadar silah vardı. Bir de işgalci Yunan askerlerinin ne kadar dı?

     2 Eyül Eskişehir’in düşman işgalinden kurtuluşu günüdür…