Miladi binli yılların başlarında yaşamış dünyaca ünlü gezgin Nasır-ı Hüsrev “Sefername” adlı kitabında: “...Evden ayrılalı bir yıl olmuştu. Beyt-ül Mukaddes’te oturup dinlenmek istedim. Şamlılar ve civar halk oraya Kudüs, diyor. Beyt-ül Mukaddes şehri bir dağ tepesine kurulmuş. Benim gittiğim zaman güzel pazarları, yüksek yapıları vardı. Dağları, tepeleri düzlemişler. Yağmur suları şehrin zeminini yıkıyor. Camisi, kalesi olan bir şehir… Her sanat ehlinin çarşısı var. Şehrin doğu tarafındaki cami geçildiğinde karşınıza büyük ve dümdüz bir ova çıkıyor. Bu ovaya “Sahire” diyorlar. Kıyamette Arasat meydanının orası olacağına ve herkesin orada haşıredileceğine inanıyorlar. O nedenle pek çok insan dünyanın farklı yerlerinden gelip orada yurt tutmuş.

Sahire çölü ile cami arasında hendeğe benzeyen derin bir vadi var. Bir evin üzerine yontulup konulmuş taş bir kubbe gördüm. Halk buraya Firavun evi, o vadiye de Cehennem vadisi diyor. Bu adı kim taktı dedim: “Halifeliği sırasında orada ordu kurduran Hattap oğlu Ömer” dediler. Halk: “Oraya giden cehennemliklerin sesini duyar.” dediler. Gittim ama orada hiç ses duymadım.” demiş, Nasır-ı Hüsrev. Mısır’ı gezi ve incelemelerinde ise: “Çarşı, pazar esnafı müşteriye sattığı malları taşıyacak cam, sırça, çini, kâğıt gibi kapları kendisi veriyor. O zamanlar kandil yağının turp, şalgam tohumundan çıkarıldığı ve o yağa da “Issı yağı” dedikleri zamanlar. Gökleri ve yeri dengede kuran: “Bilinmemi istedim. İstediğim için de insanı yarattım.” buyurmuş. Her ne kadar serseri sevgiler, sahte ağlamalar olsa da ağlamak ve gülmek iki zıt keyfiyetin muhabbetinden doğar. Ağlayan sevdiğinden ayrı kaldığı için ağlar. Gülen de sevdiğine kavuştuğu için güler.

İnsan, anka kuşu misali iki dünyada da yeri yurdu evvelde belli olmayan varlık. Dil sözünün başta insanın kendi kulağına girmesi gerek. Bu nedenle Tevbe suresi ayet 119’un: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, doğrularla beraber olun.” buyurana, kulak vermek lazım. İsteyen kulak verir, isteyen vermez. Veren de, vermeyende kendine eder. Namaz, oruç gibi ibadetler herkesin kendi mesuliyetine özgü, özel ibadetlerdir. Ama insan adaletli, merhametli, izanlı davranışlarından hem kendisine, hem de topluma karşı sorumludur. İnsan, toplumsal ortamda her şeyden önce adaletli, izanlı ve merhametli davranışla tanınıp bilinmeli ki, sair insanların güvenini kazanabilsin. Toplumsal barış ve huzura katkı sağlasın. İnsanın kişiliği davranışlarına göre şekillenip değer kazanır ya da kaybeder.

Asırlardır insanlık Hz. Peygambere “El emin! Güvenilir insan.” dedi, diyor. Hz. Ömer’e: “Ömerü’l adil. Adaletli Ömer.” lakabını vermiş, veriyor. Hz. Ebu Bekir’i: “Sıddık! Doğru insan.” vasfı ile vasıflandırmış, vasıflandırıyor. Hz. Hatice’ye: “Haticetü’l Kübra, Büyük Hatice, büyük kadın!” namı ile andı, anıyor. Kişi, kim olursa olsun tutum ve davranışlarına göre taltif ve takdime mazhar olur. İnsanlar hakkında neden bazı vasıfların herkesin kendisine yakışan biçimde verildiğine dikkat etmeli. Müslümanın hile, riya, yalan, iftira, vurgun, soygun, hırsızlık, müzevirlik, mürailik gibi kötü davranışlarla işi olmaz, olamaz. Müslüman kişiliğini kisve, riya, hile, yalan gibi kötü hasletlerle kazanmaz, kazanamaz. Müslüman, İslam kişiliğini dürüstlük, irfan, adalet, ilim, merhamet gibi meziyetlerle donanır. Yukarıda bahsi geçen Arasat Meydanı, oraya giden cehennemliklerin sesini duyar gibi safsata söylemlere Müslüman kulak asar mı, hiç?

Lise öğrenciliğim yıllarında ticarette adaletin, rekabetin, bilginin, maliyetin, insafın önemini Taşbaşı ile Hamam yolunda öğrendim. Hayatı aklın gözü ile görerek, aklın kulağı ile dinlemekle anladım. Köprübaşı mevkiinde yine lise yılları bir otelde çalıştığım sıra kibrin, gururun vahameti ile tevazuunun, hakkaniyetin kıymetini kavradım. Ortaokul yıllarımda inşaatlarda çalıştığım zamanlar işin, emeğin, paranın, adaletin, bilginin, izan ve merhametin değerlerine vakıf oldum. Bürokrasiyi, siyaseti ilmiyeyi memuriyet hayatımın ilk yıllarını geçirdiğim Süt Kurumunda öğrendim. Yıllar yılı okudum, yazdım. Müslümanın adaletli, merhametli, ferasetli, liyakatli olmadıkça ne yaparsa yapsın akıbetinin iç açıcı olmayacağını fark ettim.

Ömrünüz uzun, kazancınız bereketli olsun! Hoşça kalın! Dostça kalın!