Tam da yakın zamanda dikkat çekmiştim bu meseleye. “Yağışlar alarm veriyor” demiştim, “bu iş artık mevsimlik bir dalgalanma değil” diye uyarmıştım. Derken önüme düşen bu haber ve rakamlar… İnsanın yeniden yazası geliyor. Çünkü tablo değişmiyor, hatta ağırlaşıyor. Ve görmezden gelme lüksümüz her geçen gün biraz daha azalıyor.
Türkiye’de sonbahar yağışları, 1991-2020 ortalamasına göre yüzde 18 azalmış. Geçen yıla göre düşüş yüzde 6. Kâğıt üzerinde soğuk bir istatistik gibi durabilir ama bunun karşılığı çok somut: Kuruyan toprak, azalan su kaynakları, stres altındaki tarım ve giderek kırılganlaşan şehirler. Uzun yıllar ortalamasında 132,7 milimetre olan sonbahar yağışı, artık “eski normal” diyeceğimiz bir hatıraya dönüşüyor.
Bölgelere baktığınızda tablo daha da çarpıcı. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yağışlar normaline göre yüzde 52 azalmış. Sonbahar boyunca düşen toplam yağış sadece 47,2 milimetre. Şanlıurfa’da bu rakam 30,2 milimetreye kadar inmiş. Bu, kuraklık kelimesinin istatistik karşılığıdır. Bu, toprağın suya hasret kaldığının belgesidir.
Eskişehir’e dönersek… İç Anadolu genelinde yağışlar normalin yüzde 21 altında. Bu şehir, yağışıyla hiçbir zaman övünen bir kent olmadı ama artık “idare eder” dediğimiz seviyelerin de altındayız. Porsuk’un debisi, yer altı suları, tarım arazileri… Hepsi bu değişimden payını alıyor. Üstelik Eskişehir, sanayiyle, üniversitelerle, artan nüfusla suya olan ihtiyacı her geçen gün büyüyen bir şehir. Yağış azalırken talep artıyorsa, bu denklem kendiliğinden çözülmez.
Dünyaya baktığınızda manzara farklı mı? Hayır. Avrupa’da uzun süreli kuraklıklar, Afrika’da susuzluk krizleri, Asya’da ani ve yıkıcı yağışlar… Bilim insanları yıllardır aynı şeyi söylüyor: İklim değişikliği artık geleceğin sorunu değil, bugünün gerçeği. Ve biz hâlâ bunu “olağanüstü bir yıl” diyerek açıklamaya çalışıyoruz. Oysa olağanüstü olan şey, bu verileri olağan karşılamamız.
Burada şu soruyu sormak zorundayız: Biz ne yapıyoruz? Daha doğrusu ne yapmıyoruz? Hâlâ suyu sınırsız bir kaynak gibi tüketiyoruz. Hâlâ şehirlerimizi betonla boğuyor, toprağın suyla buluşmasını engelliyoruz. Hâlâ tarımda plansız sulamayı, evlerde savurganlığı, sanayide denetimsizliği konuşmaktan kaçıyoruz. Sonra da yağmur yağmayınca gökyüzüne bakıp kader diyoruz.
Hayır, bu kader değil. Bu, yıllardır biriken sorumsuzluğun sonucu. Ve şunu açıkça söylemek gerekiyor: Bu sorundan kaçışımız yok. “Beni etkilemez”, “bizim bölgede olmaz” deme şansımız da yok. Çünkü rakamlar gösteriyor ki mesele artık bölgesel değil, ulusal; ulusal da değil, küresel.
Bugün yağışları konuşuyoruz. Yarın suyu konuşacağız. Ertesi gün gıdayı, göçü, ekonomik kayıpları konuşacağız. Hepsi birbirine bağlı. O yüzden bu mesele sadece meteoroloji bültenlerinin konusu değil; belediyelerin, çiftçilerin, sanayicilerin, evde musluğu açan herkesin konusu.
Son söz şu: İklim değişikliği kapımızda değil, evin içinde. Ve bizim bu evde sorumsuz davranma lüksümüz yok. Ya şimdi aklımızı başımıza alacağız ya da istatistikler her yıl biraz daha sertleşerek önümüze düşmeye devam edecek. Ben yazmaya devam ederim. Keşke bir gün “uyarmıştık” demek zorunda kalmasak.