Sabah gözlerini açar açmaz alarm sesini susturur, elini telefona uzatırsın. Henüz gözlerin tam açılmadan ekran ışığıyla yüzün aydınlanır. Akışta; yoga matının üzerinde kahvesini yudumlayan, gülümsemesiyle “güne pozitif başla” diyen yüzler belirir. O an, kendi sabahının karmaşasıyla onların huzurlu anları arasındaki fark, içini garip bir yetersizlik duygusuyla doldurur. İşte tam da burada başlıyor “satılan hayatlar”ın etkisi.
Sosyal medya artık sadece bir paylaşım alanı değil; mutluluğun, başarının ve güzelliğin sanal bir vitrine dönüştüğü koca bir pazar yeri. Herkes, hayatının yalnızca en parlak anlarını sergileyerek kendi markasını yaratıyor. Oysa o karelerin dışında, kim bilir kaç kaygı, kaç yalnızlık, kaç tükenmişlik gizli?
Gerçeğin üzerini filtrelerle örterken, kendi mutsuzluğumuzu da bu yapay mutluluğun gölgesinde kaybediyoruz.
Gerçek hayata döndüğümüzde, “normal” artık bize sıkıcı, yetersiz ve anlamsız geliyor. Çünkü o kadar çok sahte pozitifliğe maruz kalıyoruz ki, gerçek duygular sanki utanılacak birer kusurmuş gibi görünmeye başlıyor. Bu da beraberinde büyük bir yabancılaşmayı getiriyor. Kendimize, işimize, çevremize karşı tahammülümüz azalıyor.
Tükenmişlik artık sadece iş dünyasının değil, sosyal dünyanın da ortak hastalığı. Her gün, “daha iyi bir hayat” izlenimi altında, aslında biraz daha kendi hayatımızdan uzaklaşıyoruz.
Üstelik bu döngü, sadece tüketenleri değil; üretenleri de esir alıyor.
Bir “etkileşim” uğruna, kimliğini, değerlerini, hatta bedenini pazarlayan insanlar...
Gençlerin gözünde, kolay yoldan para kazanmanın, şöhret olmanın bir simgesi hâline geliyorlar.
Bu görüntüler arasında büyüyen bir genç, emeğin değil, gösterinin kazandırdığına inanıyor artık.
22 yaşına henüz adım atmış biri olarak ele alıyorum bu konuları.
Çünkü gerçek başarı, ekranda değil; emekle, sabırla, inatla kazanılan o küçük ama gerçek zaferlerde saklıdır.
Birilerinin dayattığı kalıba girmek yerine, kendi hikayeni yazmak cesaret ister.
Ve belki de bugünün en büyük cesareti, kendin olabilmektir.