Yerelde vitrinde kendisi olarak, ulusalda dizayn edici olarak 40 yıllık bir figür Yılmaz Büyükerşen…

Rektörlük ve hocalık kısmı işin başlangıcı ve faydalı olduğu süreç…

Siyasetteki sürecinin ise elle tutulur yanı yok…

Eskişehir’in Etkin Gücü

Akademi…

Akademinin sahaya yansımaları…

Özellikle iletişim…

Son kırk yılda baskın ve etkin bir güç…

Anadolu İletişim…

İlk adıyla Sinema & Televizyon…

Kameraların ve mikrofonların önünde olmayıp…

Orada kimler olacak ve ne diyecek kısmını dizayn eden güç…

Bu gücü isimler, etkileri ve yansımaları üzerinden bir analiz edelim…

Bir yazıda bitmez elbet de…

Madem gündem siyaseti bıraktım açıklaması yapan Büyükerşen…

Ondan başlayalım…

Yılmaz Büyükerşen: Entelektüel Belediyeciliğin Balonu…

Türkiye’de belediyecilik denince akla asfalt, ulaşım, kaldırım gelir.

Ama Yılmaz Büyükerşen’in hikâyesi bunların tam tersi: Gösteriş, heykel, festival ve bolca borç.

O, şehri yönetmek yerine vitrin süsleyen; planlamak yerine propaganda yapan bir figür.

Ve bu yönüyle Türkiye’de *israfçı ve borçlu belediyeciliğin sembolü* oldu.

-Üniversiteden doğan bir şehir efsanesi…

1980’lerde Anadolu Üniversitesi rektörü olarak başlattığı dönüşüm,

sadece bir eğitim reformu değil, aynı zamanda kişisel imaj inşasıydı…

Büyükerşen, üniversiteyi düşünce fabrikası diye pazarladı ama

asıl yetiştirdiği, kendi çevresinde toplanan bir kadro oldu.

Bu laboratuvardan çıkan pek çok isim

farklı alanlara dağıldı.

Kimi özel sektöre, kimi devlete gitti.

Ama hepsi aynı kökten beslendi:

Büyükerşen’in estetik ve gösteriş merkezli vizyonundan…

Gerçek sorunlara dokunmayan, yüzeysel bir vizyondan.

Akademiden belediyeye, fikirden israfa…

1990’ların sonunda belediye başkanı olduğunda,

üniversitedeki deneyi şehre taşıdı:

Eskişehir bir yerel yönetimden çok, kişisel bir prestij projesine döndü.

O artık rektör değil, bir şehir imaj yöneticisiydi.

Üniversiteden yetişen kadronun bir kısmı onunla şehirde buluştu.

Ama sonuç?

Heykeller, masal parklar, balmumu müzeleri...

Belediye kasasından çıkan milyonlarca lira ile kendi heykellerini yapan bir başkan…

Cemalettin Taşçı, Haluk Gürgen, Ferruh Uztuğ’un katkıları

şehre estetik mi getirdi, yoksa kaynak israfı mı?

Soru bu.

Yollar ayrıldı ama borçlar kaldı…

Bu kadro zamanla dağıldı.

Ali Atıf Bir ve Gürgen özel sektöre,

Taşçı akademiye gitti.

Ama geride kalan:

Milyarlarca lira borç.

Mahkeme kararlarıyla iptal edilen borçlanma yetkileri.

Satılan belediye arsalarıyla kapatılmaya çalışılan açıklar.

Büyükerşen’in farkı, farklılıkları zenginlik diye pazarlamasıydı.

Ama ideolojik değil, *kişisel çıkar* merkezli bir ekosistem kurdu.

Eskişehir modeli: Gösterişle borçlanmanın birleşimi…

Bugün Eskişehir’e dışarıdan bakan biri temiz bir merkez görür.

Ama yakından bakanlar,

çevre mahallelerin çamurunu,

gecekondu sorununu,

berbat trafiği,

yetersiz toplu taşımayı fark eder…

Parklar, tramvaylar, heykeller, müzeler, festivaller…

Hepsi aynı dili konuşur:

“Parayı betona ve heykele harca, borçlanmayı göze al.”

Bu model, Türkiye’deki yerel yönetimlere *kötü örnek* oldu.

Asfalt yerine heykel, hizmet yerine propaganda…

Büyükerşen’in Türkiye’ye bıraktığı miras…

Yılmaz Büyükerşen’in başkanlığı bir dönemi değil,

bir *israf tarzını* temsil eder.

O, düşünceyi değil gösterişi,

sanatı değil kişisel heykel hobisini,

akademiyi değil borçlanmayı şehre tercüme etti.

Kimi ona “seküler modernist” der, kimi “yerel Atatürkçü”.

Ama aslında o, kaynakları heykellere gömen,

belediyeyi milyarlarca lira borca sokan bir figür.

Yaptığı şeyin özeti basittir:

“Bir şehir, ancak kaynakları yanlış harcayarak borçlanır.”

Büyükerşen, Türkiye’nin yerel yönetim tarihinde tartışmalı bir yere sahip.

O, asfaltı değil heykeli döşedi,

hizmeti değil gösterişi inşa etti.

Ve en önemlisi:

Belediyeyi devasa borçlarla bıraktı.

Ali Atıf Bir stratejiyi,

Cemalettin Taşçı toplumu,

Nabi Avcı dili yazdıysa,

hepsinin altında aynı imza vardır:

“Yılmaz Büyükerşen’in israf ve borç mirası.”

AZ DA SAĞLIK…

Bu Söyleyeceklerim biraz tehlikeli..

İlaç endüstrinin Tıpta büyük etkisi var.

Guideline yada Kılavuz adı verilen, hastalıkların tedavi planını standardize ettiği söylenen(!) algoritmalar üzerinde İlaç endüstrinin büyük etkisi var. Hem tanı hem de tedavi algoritmaları..

Mesela, benim öğrenciliğimde Diyabet tanısı için Açlık kan şekerinin 140'ın (mg/dl) üzerinde olması gerektiği öğretilirdi.

Zaman içinde, bu rakam gittikçe azaldı. Bugün farklı günlerde 126 ve üzerinde olması diyabet tanısı koyduruyor.

Bu rakamsal düşüşle ne kadar insanın diyabet tanısı aldığını böylece diyabet ilacı kullanımının ne oranda arttığını siz düşünün.

Aynı durum, hipertansiyon için de geçerli.

Kanser tedavi protokollerinde de son yıllarda neo-adjuvan (ameliyat öncesi) kemoterapi ve radyoterapilerin neredeyse standart yaklaşım biçimi haline geldiğini görmekteyiz.

Teknolojinin gelişimini sevinçle karşılarken maliyet analizlerini göz ardı eden, fayda/maliyet muhasebesi yapmayan ve bütünüyle endüstrinin dayattığı yaklaşımları uygulayan kılavuzlar türedi.

Sağlık endüstrisi her geçen gün büyüyor.

Yapılan çok çok güzel çalışmalar da var. Ve insan yaşamına olumlu etki eden mükemmel tedavi metotları da gün geçtikçe artıyor.

Dikkat edilmesi gereken nokta endüstrinin maşası olmama ama endüstriyi insanın yararına kullanma dengesini kurmada yatıyor.

Tedavi edici yaklaşımlar çok iyi olsa da koruyucu yaklaşımların daha hakim yaklaşım olması hastalıklar oluşmadan tedbirlerin alınmasını sağlanması çok daha önemli…

-Prof.Dr.İbrahim Barut

NE DEMİŞ?…

"Cumhurbaşkanı Erdoğan çok kötü bir Suriye liderinden kurtulmamız konusunda bize yardımcı oldu. Haklını vermekte zorlanıyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hakkının teslim edilmesi lazım. Cumhurbaşkanı Erdoğan Suriye'yi kurtardı"

-ABD Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu ile Florida'daki görüşmesi sonrası…