Bir zamanlar günler uzundu. Sabah güneş doğar, çocuklar sokakta oynar, anneler kapı önlerinde sohbet ederdi. Öğle yemeği bir törendi neredeyse. Akşamlar radyoyla sessizce sızardı evlere. Kimse “zaman yetmiyor” demezdi çünkü zaman gerçekten vardı. Ya da biz, ona dokunabiliyorduk.
Bugün? Gözümüz bir ekranda açılıyor, başka bir ekranda kapanıyor. Sabah kalktığımızda ilk yaptığımız şey telefona bakmak. Akşam uyumadan önce son bakış yine oraya. Her gün binlerce bilgiye maruz kalıyor, hiç tanımadığımız insanların hayatlarını izliyor, kendi hayatımızı ekranın öteki tarafına sıkıştırıyoruz. Dikkatimizi çalan her “bildirim”, zamanımızdan çalıyor aslında.
Eskiden bir mektubun cevabı haftalar sürerdi. Şimdi saniyeler içinde cevap alamazsak rahatsız oluyoruz. Bu hız, sadece iletişimi değil, zamanı da çürütüyor. Artık yaşarken fark etmiyoruz; sadece kaydediyoruz. Fotoğraf çekiyoruz, video kaydediyoruz ama o anın içinden geçmiyoruz. Bu yüzden hafızamız yorgun, duygularımız eksik, zamanımız hızla eriyor.
Belki de zaman gerçekten hızlı akmıyor. Sadece biz, onun içinde yavaşlamayı unuttuk. Oturup bir fincan çayla dışarıyı izlemek lüks oldu. Oysa o lüks, zamanı yavaşlatan küçük mucizelerden biriydi.
Zaman eski zaman değil derler. Hayır, zaman aynı. Biz değiştik. Ve belki de geri dönmek değil ama durup bir an bakmak gerekiyor: Zaman mı hızlandı, yoksa biz mi hiç durmadan koşturuyoruz?