Bilim tarihine adını altın harflerle yazdırması gereken pek çok kadın gibi, Jocelyn Bell Burnell de uzun yıllar hak ettiği övgüden mahrum bırakıldı. Oysa 1967 yılında, henüz yüksek lisans öğrencisiyken, gökyüzünden gelen düzenli radyo sinyallerini keşfeden oydu. Bu sinyaller, daha sonra “pulsar” olarak adlandırılan nötron yıldızlarıydı. Evrenin en ilginç yapı taşlarından biri.
Ama Nobel ödülü ona değil, tez danışmanına verildi. Çünkü o, “sadece bir öğrenci”ydi. Bilim dünyasının çoğu zaman kadınlara nasıl kulak tıkadığını bir kez daha gösteren acı bir örnek…
Jocelyn Bell Burnell yılmadı. Sessizce çalışmaya, keşfetmeye ve öğretmeye devam etti. Yıllar sonra, bilim dünyası onun değerini anladı. Kendisine verilen prestijli ödüllerin tüm para ödülünü, “bilimde dışlananlar için burs fonu”na bağışladı. Çünkü biliyordu: Bilimde cinsiyet, sınıf, etnik köken fark etmemeli. Yalnızca merak etmeli insan.
Burnell’in hikâyesi, adaletin geç de olsa bir gün yerini bulabileceğine dair umut veriyor. Ama daha önemlisi şu: Gerçek ışık, sadece yıldızlarda değil; onları inatla izleyen gözlerde de yanar.
Jocelyn Bell Burnell'in hikâyesi sadece bilimde değil, insanlıkta da bir duruş örneğidir. Pulsar keşfi sonrasında göz ardı edilmesi onu yıldırmadı, aksine daha da güçlendirdi. “Bir bilim insanının en önemli özelliği sabırdır,” demişti bir röportajında. Belki de bu yüzden, geceleri teleskop başında geçirdiği binlerce saatin her biri, onun içsel bir isyana değil, sabırlı bir aydınlanmaya dönüştü.
O, keşfinin yankısını beklemedi; o keşfin kendisini yaşadı. Ve belki de asıl bilgelik burada yatıyor. Gerçek bilim insanı, alkışa değil, anlayışa taliptir. Jocelyn de öyle yaptı. Yıllar içinde birçok üniversitede görev aldı, özellikle genç kadınlara ilham olmak için durmadan konferanslar verdi. Sadece bir gökbilimci değil, aynı zamanda bir öncü oldu.
Bugün gökyüzüne bakan her genç kadın, orada bir yerlerde Jocelyn Bell Burnell’in bıraktığı izleri görebilir. Kimi yıldızlar ışığını geç saçar; ama o ışık asla kaybolmaz.