Bazı insanlar vardır; yaşadıkları çağı yalnızca tüketmez, onu gelecek kuşaklara taşır. Evliya Çelebi, işte bu nadir ruhlardan biridir. On yedinci yüzyılda dünyaya gelen bu meraklı seyyah, ardında sadece adımlarının izini değil, yüzyılları aşan bir kültür mirası da bırakmıştır.
“Seyahatnâme”, basit bir gezi günlüğünden öte; bir imparatorluğun nabzını tutan, şehirlerinin ruhunu anlatan ve insanlarının sesini kaydeden devasa bir eserdir. Evliya Çelebi, gittiği her yerde yalnızca hanları, camileri, kaleleri değil; pazardaki esnafın sesini, sokakta oynayan çocukların oyunlarını, bir köydeki halk inanışlarını da not etmiştir. Onun kalemi, tarihin kuru sayfalarını hayatla doldurmuştur.
Bugün onun satırlarında dolaşırken fark ediyoruz ki Evliya Çelebi sadece bir gezgin değil, aynı zamanda bir gözlemci, bir tarihçi, bir folklorcu ve hatta bir hikâye anlatıcısıdır. Onun abartıya kaçan mizahi üslubu, bazen hayretle bazen de gülümseyerek okumamıza sebep olur. Fakat ne olursa olsun, eserinde bir samimiyet vardır: Gördüğünü kaydetme arzusu.
Seyahatnâme’yi değerli kılan yalnızca gezilen coğrafyalar değil, gezginin bakış açısıdır. Evliya Çelebi, Anadolu’dan Balkanlara, Kafkaslardan Arabistan’a uzanan yolculuğunda kültürleri karşılaştırır, farkları anlatır, benzerlikleri kaydeder. Bu açıdan o, Osmanlı dünyasının ilk “kültür elçilerinden” biri sayılabilir.
Bugün modern seyahat yazarları, sosyal medyada paylaşılan renkli fotoğraflarla okurları etkilemeye çalışırken; Evliya Çelebi’nin yalnızca kalemi vardı. Ama onun kelimeleri, hâlâ dijital çağın tüm görsel zenginliğine direniyor ve bize unutulmaz bir seyahat deneyimi sunuyor.
Belki de asıl mesele şudur: Evliya Çelebi bize, “seyahat etmenin” yalnızca yer değiştirmek olmadığını, asıl yolculuğun insanın merakında başladığını hatırlatıyor. Ve işte bu yüzden, üzerinden yüzyıllar geçse de onun seyahati hâlâ sürüyor.