“İfade edilmemiş duygular asla ölmez, sadece diri diri gömülür ve sonra daha korkunç şekillerde geri döner.”
Freud’un bu meşhur sözünü duymuşsunuzdur. Hani bazen öyle laflar vardır ki, insanın suratına ayna gibi çarpar — işte bu söz de onlardan.
“Bu yazıya da tam oradan başlamak istedim çünkü bugün bahsedeceğim konu, aslında hepimizin bir şekilde deneyimlediği, bazen komik bazen sinir bozucu bir şey: pasif agresif davranışlar.”
Şimdi hemen “Ben öyle değilim!” diye savunmaya geçmeyin, çünkü inanın bana, bu yazıyı okurken çevrenizdeki insanlarda bol bol örnek bulacak, hatta belki kendi davranışlarınızda da minik kırıntılarına rastlayacaksınız.
Hiç kuşkusuz, kendimizi anlatabilmek, derdimizi doğru düzgün ifade edebilmek hepimizin hayali.
Ne güzel olurdu değil mi? Aklımızdakini, kalbimizdekini pürüzsüzce anlatmak… Ama işte, hayat öyle işlemiyor. Çünkü devreye bir sürü faktör giriyor: ailemiz, yetiştiğimiz ortam, kültür, öğrendiklerimiz, hatta bazen mahalle baskısı bile!
Sonra bir bakmışız, içimizdekini söyleyeceğiz diye çırpınırken bambaşka şeyler çıkmış ağzımızdan.
Modern iletişim araştırmaları diyor ki, insanlar doğrudan çatışmadan kaçındıkça pasif agresif davranışlar artıyor. Çünkü beyin öfkeyi bir şekilde dışa vurmak istiyor ama toplumsal kurallar diyor ki: “Sakin ol, medeni ol, ağzını açma.
E tabii biz de ne yapıyoruz? Medeni olurken içimizde yanardağ patlatıyoruz.
Sonra o lavlar, “bir şey yok” tonuyla sızıyor dışarı.
Bir bakmışsınız, cümledeki “sen” gizli özne, öfke fiil çekiminde, tebessüm ise yüklem olmuş.
Bir araştırmada şöyle denmiş:
Pasif agresiflik, “çatışmadan kaçınma ile kontrol etme isteğinin kesişim noktasıdır.”
Yani biz, kavga etmek istemiyoruz ama yine de karşı tarafın canını biraz acıtmadan da duramıyoruz.
“İyi geceler” diyoruz, ama ses tonumuz ‘umarım kabus görürsün’ frekansında.
Bu da iletişimin en gelişmiş formu: pasif agresif
En yaygın biçimi ise mesajlarda:
“Gördü ama yazmadı” = Küresel soğuk savaş.
“Yazdı ama kısa cevap verdi” = Duygusal ambargo.
“Gülücük koydu ama kalp koymadı” = Diplomatik kriz.
Kısacası, çağımızın iletişim biçimi artık ‘söylemek’ değil, ‘ima etmek’.
Küsmüyoruz; “yo, yo iyiyim” diyoruz.
Ama o “yo yo iyiyim”in içinde binbir çeşit sitem enerjisi var.
Oysa iletişim, açık olmayı gerektirir.
“Üzüldüm” demek, “bana haksızlık ettin” demek kadar sağlıklı.
AMA BİZ NE YAPIYORUZ?
“Küstüm ama sebebini de söylemem” kültüründe yaşıyoruz.
SONUÇ?
Kimse kavga etmiyor ama herkes kırgın.
Herkes konuşuyor ama kimse anlaşılmıyor.
Kelimelerin değil, susmaların anlamı var.
PEKİ NE YAPMALI?
Öncelikle duygularımızı fark etmeliyiz ve adını koymalıyız. Öfkeli, kırgın ya da hayal kırıklığına uğramış olduğumuzu kabul etmeliyiz.
Sonra “Ben dili” ile ifade etmeyi öğrenmeli ve bunu alışkanlık haline getirmeliyiz.
“Çok kabasın demek”, “Bu davranışın beni üzdü” demekten daha etkili,
Sessiz cezalandırmayı bırakmayız açık iletişimde bulunmalıyız.
Bir süre mesafeye ihtiyacımız varsa bunu açıkça söylemeliyiz.
Ve şunu unutmayalım mizah ve empati gerilimi azaltır; karşındakini anlamaya çalışmak, anlaşılmanın anahtarıdır.