Bir yerden ayrılmak, aslında kendinden parçalar bırakmaktır. Arkanda sevdiklerini, üzdüklerini, birlikte büyüdüklerini, nefret ettiklerini, aileni, dostlarını, sevgilini bırakıp gidersin… İnsan, birinin hayatına ne kadar sızmışsa; bir gün çekip gitse bile onun mazisinde, hatta atisinde dahi iz bırakır. Çünkü en küçük temas, ufak bir dokunuş kaderin yönünü değiştirebilir. Yazılmış seçenekler arasında kendimize bir yol açtığımızı sanırken, aslında çıkışı olmayan bir ara sokakta savruluruz.
Bunu en çok küçük şehirlerin çocukları hisseder. Yolların dar, ihtimallerin sınırlı olduğu yerlerde… Ufak bir dünya, ufak bir kalabalık. Ama insan orada kendini kocaman sanır. Kendi krallığının hükümdarı gibi yaşar. Oysa küçük şehirlerin hep büyük insanları olur; birbirinin adımına takılan, herkesin herkesi bildiği, kimsenin kimseyi gerçekten tanımadığı insanlar… Bir hayat kurmak için bazen başkasına çelme takarsın. Sonuç değişmez: yaşlar artar, izler çoğalır. Bir gün dönüp baktığında, bir fanusun içinde debelendiğini fark edersin. O fanusta “büyük insan” olmanın imkânsızlığını… En tepede olsan bile, o dünyanın seni bir soytarıdan fazlası olarak görmeyeceğini.
Zaten dünyanın kralı olmanın da pek bir kıymeti yok. Kim nereden bilebilir ki Doğu’nun dağlarında koyun güden bir çobanla, metropolün göbeğindeki rezidanstan şehri seyreden birinin aynı duygudan geçmediğini? Kim kimden üstün olabilir, kaybetmenin yasını aynı ağırlıkla taşıyorsa?
Belki de mesele, nerede yaşadığımızda değil; hayatın bizi nereye sıkıştırdığıyla yüzleşebilmekte. Çünkü küçük şehirler bazen bizi küçültmez, sadece aynayı daha yakına koyar.