Sosyal medya, hepimize kusursuz bir dünya sunuyor: Bitmeyen tatiller, renkli tabaklar, pürüzsüz yüzler, eğlence dolu hayatlar… Paylaşılan her kare, sanki yaşamın sadece “yemek, içmek ve gezmekten” ibaret olduğunu fısıldıyor. Oysa gerçek hayat; filtreli olmayandır, planlı olmayanı da içerendir. Zorluklarıyla, belirsizlikleriyle ve bazen acı veren yüzüyle… Tam da bu yüzden gerçektir.
Bugün birçok insan, mutsuzluğunu birkaç saniyelik bir videonun arkasına saklıyor. Sorunlarını erteleyip, dertlerini sessizce üstünden süpürüp “mış gibi” yaşamayı tercih ediyor. Çünkü gerçeklerle yüzleşmek yorucu; kaçmak ise kolay… En azından ilk başta.
Ama kaçtığımız hayat, sandığımız kadar uzak bir yerde durmuyor. Hatta çoğu zaman tam arkamızda, sessizce bizi izliyor. Bastırdığımız her his, çözmediğimiz her sorun, yok saydığımız her kırıklık; zamanı gelince, ya bir sabah uyanınca ya da bir akşam sessizliğin içinde, tam karşımıza dikiliyor. Ve o an anlıyoruz ki sosyal medyada gördüğümüz dünya, yalnızca kalabalık bir yanılsama.
Gerçek mutluluk; bir tabak yemeğin fotoğrafını paylaşmakta değil, o yemeği içten bir sohbet eşliğinde tüketebilmektedir. Gerçek başarı; yüzlerce beğenide değil, kendinle barışabilmendedir. Gerçek hayat; yüksek volümlü eğlencelerde değil, bazen derin bir nefeste, bazen de kimsenin görmediği küçük çabalarında saklıdır.
Kendi zorluklarımızdan kaçtıkça onları büyütür, sosyal medyanın sunduğu sahte keyiflere tutundukça kendi iç sesimizi kaybederiz. Oysa insan, sadece yüzleştiği kadar özgürdür. Hayatın zorlukları, bizi durdurmak için değil, bizi şekillendirmek için vardır.
Belki de artık en büyük cesaret, ekrana değil kendimize bakmaktır. Filtreleri kaldırıp, eksiklerimizle, korkularımızla, hatalarımızla barışabilmektir. Çünkü kaçtığımız her şey, sadece cesaret etmemizi bekleyen bir kapıdır.
Ve o kapıyı açtığımızda anlarız:
Hayat, sosyal medya kadar kolay değil belki…
Ama kesinlikle daha gerçek.