Türk sinemasında izlemeyenlerin bile repliklerini bildiği bir film vardır ya… “Yangın sayılır.” İşte “Ağır Roman” tam olarak böyle bir etki bırakır. Kurgusal zayıflıkları, hikâyedeki kopukluklar ve anlatıcılığın güçlü oyuncu kadrosunun gölgesinde kalması gibi üzücü detayları olsa da, benim için tüm bunları aşan ve hâlâ özel bir yere sahip olan bir çalışma.
Filmi değerli kılan şey, edebi metin okurmuş gibi hissettiren replikleri mi; yoksa arka mahalleyi tüm çıplaklığıyla gösteren “hayatın içinden” dokusu mu, karar vermek zor. Belki de ikisi birden. Dönemin atmosferini, insanlarını, kabadayı kültürünü, mahallenin kadınını ve erkeğini öylesine sahici yansıtıyor ki, her sahnede başka bir yaşama, başka bir gerçeğe temas ediyorsunuz.
Bazı sahneler ilk bakışta “abartılı gerçeklik” hissi verse de, kimin yaşamı kime abartı gelebilir? Bize abartı gelen bir başkasının gerçeği veyahut bizim gerçeğimiz başkasının abartısı olamaz mı? Bu açıdan bakınca film, toplumun alt katmanlarındaki hayatı stilize ederken bile kendi gerçekliğini korumayı başarıyor.
Yine de, böylesine güçlü bir hikâyenin daha yukarıları hedefleyebilecekken zaman zaman harcandığını düşünüyorum. Absürt komedi dokunuşlarıyla içimizi ısıtan, tiyatral havasıyla izleyiciye sahne üstündeymiş hissi yaşatan bir yapım “Ağır Roman.” İçinde anlamlandıramadığım bir hava bırakıyor; belki de hayatı bir sahne şovu gibi yaşayan karakterlerin, bizi filmden uzaklaştırmak yerine içine daha çok çeken tavrı yüzünden.
Ve belki de en çok akılda kalan şey, filmin ruhunu tek bir cümlede özetleyen o replik:
“Savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye,
zaman ki sana hasta oldu
incelikli haytasın
nüksederken mahallenin maşallahı eyvallahı
güzelleş be oğlum.
şimdilik ölümüne kadar hayattasın.”