Bir zamanlar “mektup” insan hayatında önemli yer alırdı. Mektup mu? İçeriği çok yönlü edebi bir değerdi. Günümüzde fonksiyonu rafa kalkmış durumda. Yüzyıllar boyu onunla ne iletişimler sağlandı. Kimler sevindi veya kimler üzüldü? Ne meramlar anlatıldı. Ne sorunlar çözüldü. Nice dertlere derman olundu. Gün gelecek, içeriğini bilene “Bravo!” denilecek! Kim bilir, nice imtihanların önemli sorusu olacak? Belki de, belleklerden silinip tarihin karnında kaybolup gidecek. 

 

Adına mektup derlerdi. Mektup kâğıdına istenilen yazılır ve katlanıp zarfa konulurdu. Zarfın ağzı kapatılıp üzerine gönderen ve alıcının adresleri yazılırdı.  Zarfın üzerine posta pulu yapıştırıldığında mektup şeref, namus ve resmiyet mefhumu kazanırdı. O mektup muhataba ulaşıncaya kadar herkesten saygı görürdü. Henüz alıcısına ulaştırılmayan mektup namus borcu gibi kutsal addedilirdi. Gayesine uygun, maksadı anlatan ve insanlığa evrensel hizmet sağlayan her mektup bir sanat eseridir. Mektubun güvencesi devletin garantörlüğü altında idi. Gönderen ya da alıcının izni olmadan açılan mektup suç teşkil ederdi.

 

Mektubun pek çok türü vardı. En yaygın olanların başında iş, aşk ve ticari mektuplar gelirdi. Asker mektubu, talebe mektubu, mahpus mektubu vs. temalı mektuplar yaygın olanlardı.  Mektupla bir hayli yuvalar kurulduğu gibi epeyce yuvalar da yıkıldı. Hukuki mesnet teşkil eden mektupların kıymetine ne demeli? Suç mektubun mu, yazanın mı yoksa yazdıranın mı? Sualin, cevabını herkesin kendi akli vicdanında bulması daha doğru olmalı…

 

Evvel emirden yakın tarihe kadar mektup yazmak, yazdıran için sorundu. Yazan için de şatafatlı onurdu.  Günümüzün yarım asır öncesinden zamanı evvele kadar nice anne ya da babaların askerdeki evladına, bir sevgilinin askerdeki veya ıraktaki sevgilisine kime mektup yazdıracağı mesele idi. Kastım, arzuhalciler değil. Bazı mahallerde bilinen fahri mektup yazıcılar vardı. Mektup yazar kişiler mahallin sakinlerindendi. Ceket göğüs dış cebine konmuş bir not defteri ile ona takılı kalem, okur-yazar olmanın bariz nişanesi idi. Mektup yazanların gönüllerince öğünmeye değer afili tavırları görülmeye değerdi. Beyindeki düşünceyi, kâğıt üzerine aktarmak mektubun zorlu mücadelesiydi. Yazılmaya başlayıp tamamlanmayan mektupların sayısını bilmek ne mümkün?

 

Ne yazık ki, bazı mesleklerin güncelliğini yitirdiği gibi mektup da işlevini yitirmiş görünüyor. Mektup nakil işlemini “PTT” aracılığı ile devlet doğrudan ifa ediyordu. Devlet kasasına da bir hayli getirisi olan geniş ağlı bir hizmet sektörüydü. Mektup, tüm dünya coğrafyasının ortak bir iletişim aracıydı. Bu nedenle mektubun evrensel değeri, diğer edebi değerler arasında öne çıkmıştır. Gel gör ki, iletişimde teknolojik gelişim “mektubun sonunu” hazırlayan öncül amil olmuştur.  

 

Mektupla alâkalı bir anı dile getirmek istiyorum. Vatani vazifemin bir devresinde, Çanakkale’de karşılaştığım bir durumu anlatacağım. Bölüğümüzde, acemi askerlerden Denizlili biri vardı.  Davranışları tuhaftı. Ama anormal vaziyetler değildi. İç dünyasında bir sorunla çarpıştığı belli oluyordu. Bir gece, gecenin ilerleyen saatinde kontrol amaçlı koğuşa girdiğimde, bir yatağın diğer yataklardan farklı bir durumda oluşu dikkatimi çekti. Koğuş, gece lambaları ile aydınlatılıyordu. O yatağa yaklaştım. Yataktaki kişinin battaniyeyi aralayıp gece lambası ışığında gizliden mektup okuduğunu gördüm. Niçin uyumadığını sordum. Mektubu okuyan Sait, telaşla yatağından fırladı. Elindeki mektubu yatağına aklınca saklayıp indi. O kâğıdın ne olduğunu sordum.  İlkin, durumu gizlemeye çalıştı. Sakıncası yoksa o mektubu okumak isterim, dedim.  Heyecanlandı. Kızarıp bozardı. Sesi ağlamaklı hâl aldı. Mektupta anlatılanın ciddi olabileceğini düşündüm. Kendisine ısrar etmeden, mektubu okumakta kararlı olduğumu hissettirdim.  

 

Mektubu yataktan çıkarıp bana verdi. Sait’le koridora çıktık. Okudum, okudukça duygulandım. Sait, askere gelmezden iki gün önce kız kardeşini kendi arkadaşıyla evlendirmiş. Kız kardeşini emanet edebileceği başka yakınları yokmuş. Kız kardeşinin yalnızlığında başına bir iş gelir düşüncesiyle evlendirmek zorunda kalmış. Detaya dalmak istemiyorum. Gelelim mektubun özüne… Mektubu, kız kardeşi yazmış. Sait, kız kardeşinden para istemiş. Cevabi mektupta özetle bacısı: “Abi, biliyorsun ki enişten inşaatta çalışıyor.  Aklımızdasın, enişten parasını alır almaz sana posta ile harçlık göndereceğiz. Hatta elimiz bolarırsa seni ziyarete geleceğiz. Seni, çok seviyoruz.” diyordu. Mesele anlaşıldı. Sait’e kafaya takma, git ve güzelce uyu. Yarın öğle yemeğinden sonra yanıma gel, dedim ve ayrıldım. Neticede, Sait’in askerlik süresince harçlık sorunu çözüldü. 

 

O mektuplar dile gelip konuşsalar duygular kabarıp çok gözyaşları akar.  Kimisinin mektubunda aşklar anlatılacak. Hasretlikler dile getirilecek… Öfkeler kabaracak. Kinler kusulacak. Bazı gönüller burkulacak. Bazıları da mutlu olup huzur bulacaklar.  Velhasıl ne dertler dile getirilecek. O mektupların bağrında saklı sırlar açığa çıkacak. Sokaklarda, göğsüne mektubu basıp boynu bükük ağlayanların haline mi acırsınız yoksa elinde mektubu bayrak gibi sallayarak sevinçten çığlık atanlar adına mı mutluluk duyarsınız? İşte bu manzaralar bir zamanların realitesiydi.

 

Mektuplar adına şarkılar, türküler söylenmiş. Mektup, pek çok şiire ana tema olmuş. Bunların birinde Âşık Veysel: “Yine mektup aldım gül yüzlü yardan / Gözetme yolları, gel deyi yazmış - Sivrialan köyünden, bizim diyardan / Dağlar mor menevşe gül deyi yazmış - Beserek’te lale sümbül yürüdü / Güldede’yi çayır çimen bürüdü - Karataş’ta kar kalmadı eridi / Akar gözüm yaşı sel deyi yazmış - Eğlenme gurbette yayla zamanı / Mevlâ’yı seversen ağlatma beni - Benek benek mektuptadır nişanı / Gözyaşım mektupta gizli deyi yazmış.” duygularını dizelerinde böyle dile getirmiş. Ruhu şad olsun!

 

Merhum Cemal Süreyya’nın hastanede yatmakta olan eşine yazdığı mektuptaki duygularına ya ne demeli? O, şu dizelerinde duygularını şöyle yansıtmış: “Sevgilim bir gün ortası şimdi - Taşıtlar hızla gelip geçiyor, her yer kalabalık - Ben seni düşünüyorum - Bir bodrum kahvesinde, uzat bana uzat ellerini.” diyor.

 

Şairlerimizden cennet-mekân N. Fazıl Kısakürek’in mahpus damından oğlu Mehmet’e yazdığı “Zindandan Mehmet’e Mektup” un bazı dizelerinde hâlini oğluna anlatırken ifade ettiği hisleri anlamaya çalışalım: “Zindan iki hece Mehmet’im lafta / Baba katiliyle baban bir safta - Bir de geri adam boynunda yafta / Hâlimi düşünüp yanma Mehmet’im /  Kavuşmak mı? Belki daha ölmedim.” anlayan akıl kulağına çok şeyler söyler bu sözler.  “Bak postacı geliyor selam veriyor / Herkes ona bakıp merak ediyor.” ile rahmetli Zeki Müren’in “İnleyen Nameler”  gibi pek çok şarkı sözleriyle nice hisler dile getirilip seslendirilmiş.

Ömrünüz uzun, kazancınız bereketli olsun! Hoşça kalın! Dostça kalın!