Yaz aylarından iş zamanı, Hıdır İlyas vakti gelince köye yardıma giderdik. Ataerkil bir aile idik... Mevsim boyu ailenin işlerine yardım sırasında babamın evinde kalırdık.

Eskişehir merkezinde bir KİT’te memur olarak çalışıyordum. Büyük kızım yaklaşık altı aylıktı. İş çıkışı, hafta sonları köye giderdim. Yine bir hafta sonu köye gitmiştim. 1979 Yılı Temmuz ayının son günlerinden sıcak bir yaz günü idi. O gün, öğle üzeri köydeki evimizin balkonunda ailece öğle yemeği yedik. Çay içerken babam, bana ve merhum kardeşime:

-Kaybolmayın! Ekin biçmeye gideceğiz, dedi. Babam, böyle dedikten sonra ortalıktan kaybolmak kimin ne haddine...

            Köyde babamın işi tarım, hayvancılık ve ticaret üzerine idi. Tarım ve hayvancılık üretmekle olur. Tarım ve hayvancılık, insan potansiyeli ile yapılır. Tarım işinde; tohumu “attım çayıra Mevla’m kayıra” diyemediğiniz gibi hayvancılıkta da hayvanı ürettim “saldım bayıra” diyemezsiniz.

Tarım ve hayvancılık ilgi isteyen bir iştir. Başından ayrılamazsınız. Mutlak kontrolünüz altında olmalı. Aksinde hayvanınız da, tarımınız da telef olur.

            Babamın işleri tarımsal, ticari ve hayvancılık alanlarında idi. Üç çeşit işle iştigal ettiğini düşünerek onu mali zengin sanmayın. Her şeyden öte merhum babam, gönül zengini bir insandı. Cahildi ama arifti. Başkasına yardım etmeyi severdi. Yardım etmenin hazzını yaşardı. Birisi gelip borç para istese; olmadığında bile muhtaç kişiyi kendi çapında boş çevirmezdi. Sen, şimdi git. Akşama veya şu zamanda gel derdi. Ne eder, eder o miktarı temin ederdi. Bir yerlerden bulur, buluşturur istek sahibinin ihtiyacını gücü oranında karşılardı.

Kendi yağı ile kavrulan bir aile idik. Üç işin toplam geliriyle başkasına muhtaç olmadan geçinir giderdik. Babamın üç işi de, emek yoğun işlerdi. Üç iş de, bereketli işlerdir. Bu işlerin üçü de, peygamber mesleği işlerdendir. Bu üç işte ilgi ister. Gayret ister. Siz, o işlere yavan bakmadıkça o işler size asla yavan kazanç sağlamazlar.

Yeri gelmişken önemine binaen şu konuyu yeniden anlatacağım. Bu konuyu bir önceki yazım olan Kasssar ile karayılanın hikâyesinde anlatmıştım. Sadaka, canınız ve malınızın varlığına kefarettir. Sağlığın varlığı için sadaka, mal varlığı için de zekâtın vecibelerini yerine getirmek gerekir.

Bazı din büyüklerinin dediğine göre: “Şu beş şeyi yapmayana Allah da, beş şeyi yapmaz. Birincisi, malının zekâtını vermeyenin malını Allah korumaz. İkincisi, sadaka vermeyene Allah afiyet vermez. Üçüncüsü, Devlete vergisini vermeyenin gelirine Allah bereket vermez. Dördüncüsü Allah, dua etmeyenin duasını kabul etmez. Beşincisi, namaza tembellik gösterenlere de Allah, ölüm hallerinde “La ilahe illallah…” kelime-i tevhidini söyletmez.” kaidesinin doğruluğunu herkes aklınca ölçüp biçsin. Akiller için bu anlayışın tartışılacak hiçbir tarafı yoktur.

            İki yüze yakın koyun ile keçimiz vardı. Keçimizin sayısı oldukça azdı. O dönemde tiftik endüstriyel önemini yitirmişti. Tiftik, bazı keçilerin tüyüne derler. Keçilerimizin tamamını süt için beslerdik. Mandalarımız ve ineklerimiz vardı. Dört hayvan çeşidinin sütü bir araya gelince kaymağına, yağına, yoğurduna, peynirine ve diğer süt mamullerin tadına doyulur mu? Bu sütlerin hepsi bir araya gelince sütlerin besin ve tat dengesi tam olur.

            O dönemler de kırsaldaki halkın sosyoekonomik yapısı, ev ekonomisine dayalı idi. Kırsalda halk, geçiminin yüzde 80’ini kendi üretimi ile sağlardı.

            Köyüm, güzel Anadolu’nun İç Anadolu bölgesi kırsalında güzide büyükçe bir köydür. Köyüm etrafta misafirperverliği ve sosyal dayanışması ile tanınır. Köyüm, eski namı ile Seyitgazi ilçesinin Karaören köyüdür. Şimdi ise Karaören Mahallesi olarak adlandırılıyor. Köyüm, Eskişehir-Afyonkarahisar karayolunun 78’inci km’sindedir. 

            Misafirperverlik büyük bir fazilettir. Misafirin, misafir olduğu mahalde adam gibi duruş sergilemesi de erdemliktir. Fazilette, erdemlikte aynı değerin değişik adlarıdır.

            Babam ile kardeşim bir önceki gün ekin biçme makinasını köyün Çulfana denilen mevkiindeki tarlamızda bırakmışlar. Babam, kardeşim ve bir de ben at arabası ile Çulfana’ ya vardık. Çulfana, köyümüze yaklaşık 5 km’ uzaklıkta bir mevkidir.

Tarlaya vardığımızda, babam ile kardeşim ekin makinası ile buğdayımızı biçmek üzere hazırlık yaparken makinaya takılan falakanın köyde kaldığını fark ettiler. Falaka, atların taşıyacakları araca, o aracı çekmek için bağlandıkları bir aparattır. Babam, kardeşime hiddetle:

            -Derhal köye git! Falakayı acilen getir, dedi. Kardeşim, köye doğru yürüyünce bu defa babam bana da hiddetle:

-Git, sen de atları özden sula gel, dedi. Akarsuyun coğrafi adı “çay” olmasına rağmen bizim yörede o tür akarsulara “öz” derler.

Bu öfkeden sonra babamın lafının üzerine bir şey söylemek ne mümkün… O an, babamın öfkesi, tavan yapınca alternatif fikir sunmak da sorun oldu. Babam:

-Atları, git özden sula gel. Dediğinde, at arabasıyla gitmek istedim. Babam, arabayla gitmeme müsaade etmedi. Atları, arabadan ayırıp koşumlu vaziyette götürmemi söyledi. Ben de, öyle yaptım. Çulfana inişine varıncaya kadar atlar ile aramızda hiçbir problem olmadı Çulfana tepesinden Beylik vadisine sarkınca atlar, beylik vadisinde otlamakta olan başka at ve kısrakları görünce başladılar kişnemeye. Bizim atların sesine onlarda karşılık verince, ortalık beygir panayırına döndü. Atlar karşılıklı kişnedikçe vadiyi her iki yakadan sınırlayan dağ ve tepeler at sesleriyle yankılanıyordu.

Bizim atlar, hem kişniyor hem de koşmaya çalışıyorlardı. Diğer beygirler, Beylik çayırında kazık veya başka bir yerlere bağlı oldukları için bulundukları yerlerde hareket ediyorlardı. Bazısı, bağı etrafında hızla dönüyordu. Bazısı da, olduğu yerde sanki dile gelip “Heyhey! Ben de varım burada” dercesine şaha kalkıyordu. O beygirler, o an bağdan kurtulsalardı; Beylik vadisindeki o anki hengâmeyi düşünmek bile istemiyorum. DEVAM EDECEK!

Ömrünüz uzun, kazancınız bereketli olsun! Hoşça kalın! Dostça kalın!