Öykünün devamında Kezban Nine, köy muhtarına şöyle söyledi: -Feraset sahibi demek; oluşan ya da oluşacak olayları bir kamu görevlisinin devlet otoritesine uygunluğunu anlayacak ve kavrayacak yeteneğe sahip olması demektir. Basiret ise; bir kişinin hayatın gerçeklerini önceden veya anında öngörebilmesi demektir. Dirayet de, bir kamu görevlisinin göreviyle alâkalı kararlarını uygulamada kanunların emrettiği şekilde icra etmesidir.

Muhtar dedi: -Kezban Nine, bizim senden daha öğrenmemiz gereken çok şeyler var. Vesselam, senin söylediklerinin her biri kitap yazıları gibi sözler. Senin, bu söylediklerini çevre köylerin muhtarlarıyla da paylaşmak istiyorum.

Kezban Nine, dedi: -Aman oğlum, benim bu söylediklerimi anlayan olur, anlamayan olur. Ben, yanlış anlaşılmaktan korkarım. O yüzden lafımı, sözümü tartarak konuşurum. Sonra, benim bu sözlerimi kimi enine, kimi de boyuna çekmesin! Bu yaştan sonra benim başıma iş açmasınlar! Dedikoduyla uğraşmaya niyetim yok.

Her vatansever gibi benim için de vatanın her karış toprağı azizdir. Devletin otoritesi kutsaldır. Devletime ve milletime olan sadakatim tamdır. Bayrağım Türk Bayrağıdır. Rengi al, ay ve yıldızı beyazdır. Onu gönderinde dalgalanırken gördükçe yüreğim de kökünden dalgalanıyor. Al bayrağımız, milli gururumuzdur. Minarelerimiz de okunan ezanlar iman vakarımızdır. Yeter ki, barış ve huzur ortamında yaşamasını becerebilelim. Vatanı, devleti ve milleti olmayanın gurur ve vakarı olur mu?

Amentüye imanım tamdır. Allah, bir rab olarak varlıkları yaratandır. Beni de, Allah yarattı. Yaratmak gücü sadece Allah’a has olan bir kavramdır. Allah’tan başka hiç kimse yaratmak gücüne sahip değildir. Yaratmak demek; olmayan bir şeyi yoktan var etmek demektir. Allah’tan gayri hiçbir varlık yoktan her hangi bir şeyi meydana getirmeye muktedir değildir.

Muhtar, evlâdım senin karnın açtır. Bak, ocaktaki külün üzerine çay suyu koydum. Sana, bir de çay yapayım. Ocakta iyi de köz var. Şuracıkta oğlak kaburgaları olacaktı. Onları, sana kömürde közleyeyim de afiyetle ye!

Muhtar, dedi: -Kezban Nine, sen hiç zahmet etme! Seni yormak istemem. Hem sen, oğlak kaburgasını nereden aldın?

Kezban Nine, dedi: -Şu karşı komşu Hasibeler’in oğlağı ölmüş. Kestikleri oğlağın kaburgalarından birkaç tanede bana getirmişler. Hasibe’nin kocasını, oğlağı keserken görmüştüm. Avlularının kapısı açıktı. Hasibe’nin kocası Küçük Ali’nin yüksek sesle tekbir aldığını duyunca o tarafa baktım.

Oğlağı, sol yanı üzerine kıbleye karşı yatırmış. Oğlağın sağ kulağı ile oğlağın üstteki gözünü kapatmış. Ön iki ayağı ile sol araka ayağını bir iple bağlamış. Arka sağ ayağını da serbest bırakmış. Kanın yerlerde dolaşmaması için bir de çukur kazmış. Allah-u Ekber, diyerek oğlağın boynuna bıçağı vurdu. Oğlağa hiç eziyet çektirmedi.  Oğlağı yüzerken de baktım. Tertemiz yüzdü. Çukura akan kanlar ile hayvanın bazı atıklarını Ali, köpeğine yedirdi.  Sonra, geriye kalan atıkları çukura gömdü. Çukurun üzerini toprakla kapattı. Hayvana eziyet vermediği gibi çevreyi de hiç kirletmedi. Ali’ye, sorumdum. Ali, senin kestiğin bu hayvan erkek midir yoksa dişi midir?

 Ali, dedi: -Kezban Nine, çobanın söylediğine göre birkaç gün önce akşamın karanlığında sürü ürkmüş. Sürü ürkünce, eşek yıkılmış. Bu oğlak da eşeğin altında kalmış. Hayvanın boynu kırılmış. Bu oğlak dişi idi. Yoksa ben bunu kesmez damızlık yapardım. Boynu kırılan hayvanlar sağlığına kavuşamıyor. Murdar olacağına hiç değilse etini yeriz deyip, kestim.

Besbelli gören gözün hakkı var demişler. Bana da birkaç kaburga getirmişler.

Ömrünüz uzun, kazancınız bereketli olsun! Hoşça kalın! Dostça kalın!